İstanbul’da Bir Gökyüzü

Sabahtır.

Utangaç numarasıyla arsız bir bombardıman gibidir şimdi o bildiğin gökyüzü. Loş lacivertidir kainatın, kaldırımlara hayat hakkını tanıyan ilke. Şehre uzaktan gelmişlerin pantolonlarında sırıtkan bir ütüsüzlük. Eğreti lisanlarıyla kırpılmıştır yorgunluğu oğlanların. Kızların dudağında akşamdan kalma bir heves. Görünür, çarpar, kavurur göğüs kafesinde benim diyen yüreği.

 

Konuşmakla bağırmak arasında, pat desen patlayacak bir gerginlik siniyor camların buğusuna. Tramvayda, otobüste, metroda, fal taşı gibi açılmış gözlerle, poğaçalarını ısırıyor günün ilk haberlerine bakanların ahalisi. Sallantılı koltuklarda kısa süreli saltanatıyla, sayfalara eğilmiş boyunların gölgesi. Kimsenin kendinde olmadığı, kimsenin kendine gelme niyeti de taşımadığı bir orman kalabalığında kaynıyor kanlarımız.

Kana karışmış uykusuzluk, baltalanmış rüya kırıntıları koynumuzda gırla. Giyinmişte soyunmuş, pudrası burnundan kara, kokteyli kendinden zehir kentsoylu hanfendiler, şıkfendiler, hazretler. Ne bolluklu bir telaş kumpanyasındayım Allahım.

Bir parkta yalnızım, soyunmuş uzanmışım. O mahalleden gelecek tereni bekliyorum! Banliyö kokusu, kompartıman korkusu. Yumruğu sıkılı, ağız dolusu küfürlerle çöp toplayan bir halk memuru geziniyor karşımda. Kalkıp bir ateş alıyorum. Elinden değil yüreğinden, gecekondu bileğinden, barbar kavisli gözlerinden. Sıvasız evler geçiyor birden bire gözlerimden. Kızıyor, köpürüyor Mart hummasını kuyruğuna dolayan kediler. Halk memuru evecen adamlarla kalkıyor. Yağmur sularında ıslatarak doğruyor ucundan ısırdığı simidini önüne kedilerin. Kediler de ne kedi. Kibri bıyıklarından bir mızrak ileri, bana mısın demiyor! Lokmaya aldırış etmeyenin lokmayı doğrayana aldırış edesi mi olurmuş? Lokmanın sahibine bağlamışlar anlaşılan tüylerini.

Şimdi bu halk memurunun o somut kızgınlığı kalkıp göğsüme dolanacak. Bu dolanışla tutup bu kibri kendinden önde giden kedileri duvara çalacağım. Duvarda akışkan bir yığın kibir pıhtısı. Hah hah ha… Cebimde bin milyon mesaj hurafesi. Bekliyorum o mahalleden kalkıp gelecek trenleri.

Halk memuru bakıyor;

“Sigaran var mı” diyor.

“Var” diyorum.

“İçilir mi” diyor.

“İçilir” diyorum…

Oturup içiyoruz, karşı evin bahçesinde sallanan asma dallarına bakarak. Bana Kayseri’yi anlatıyor. Düzlüğünü, bisikletle bile her yere varılabileceğini, mahalle aralarını. Pencere kenarlıklarını, balkon korkuluklarını. Bir de kışın devleşen ihtiyarlığını fakirliğin.

Bir ara duruyor “hele söyle” diyor,

“Bu surun ötesinde ne var?

“Ben bilmem” diyorum “ötesini buraların.”

“Ama tam diplerde bir yerde, kulesi yıkılmış bir yer var. Burun sızlatırmış karanlıktan yapılma evlerin rutubeti. Pencere önlerinde birikmiş kadınların gençlik hikâyeleri. Pezevenkler, kulamparalar, torbacılar var. Paketçiler, overlokçular, son ütücüler, ortacılar, otçular, tinerciler, hapçılar, ne ararsan orada var. Ben bilmem ötesini buraların, arkadaşlarım biliyor. Her çarşı sonrası gelip o rutubet ve karanlığı anlatıyorlar birbirlerine. Soluklarına sinmiş bir şehvet simsarlığı. Görsen inanmazsın. Ne zaman gelip oradan bahis açsalar ağızlarından bir rutubet, bir karanlık, sızıyor ortalığa. Duysan inanmazsın.”

“Bu bahsi kapayalım mı?”

“Bu bahsi kapayalım.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir