Efsaneye göre Olympos Tanrılarının sofrasına sonradan kabul edilen Dionysos, ölümlü bir annenin oğlu olarak dünyaya gelmişti. Tanrı Zeus, Thebai kralı Kadmos’un kızı Semele ile gizli aşk yaşamakta iken, Zeus’un kıskanç karısı Hera, Semele’nin aklına girerek ona ölümcül bir tuzak hazırlamıştı. Böylece Semele’ye, Zeus’tan, kendisine bir gök tanrısı olarak eksiksiz görünme isteğinde bulunma zokasını yutturmayı başarmıştı. Aşk gafletiyle gözünü körelten Zeus da kurulan tuzağın farkına varamayacak ve sevgilisi Semele’nin hatırını kırmayarak onun bu isteğine maşukane bir karşılık verecekti. Bu karşılık Semele’nin hayatına mal olacaktı. Zavallı Semele, Tanrı Zeus’un “tecelli” anındaki tedbirsizliği nedeni ile yıldırıma kapılarak hayata veda edecekti. Semele öldüğünde, karnında taşıdığı Zeus’tan olma Dionysos henüz altı aylıktı. Ve Zeus vakit geçirmeden Dionysos’u, ölen annesinin karnından çekip çıkaracak ve baldırına dikecekti. Vakti geldiğinde ise Dionysos Zeus’un baldırından yeniden dünyayı teşrif edecekti. Bu anormal doğumu ve sonrasında yaşadığı zorlu erginlenme deneyimleri ile Dionysos’un trajikliğine insanlar tarafından “iki kere doğmuş tanrı” sıfatı verilecekti.
Yunanlıların Dionysos’a karşı duydukları bu ilginin sebebini; ilk doğumunu ölümlü bir kadından ikincisini ise Olympos Dağı’nın en büyük tanrısı sayılan Zeus’un baldırından gerçekleştirmesi nedeni ile Dionysos’un yaratılışındaki çelişkili ikilikte aramak gerekir. Onun, ölümlü bir kadından dünyaya gelmiş olması her ne kadar Olympos tanrılarının küçümseyici, elitist yaklaşımlarına maruz kalsa da, sonuçta işin diğer ucunda Zeus’un öfkelendirmeye gelmeyecek haşmeti durmaktaydı. Ayrıca ömrü boyunca çektiği çilenin hadsizliği, rüştün ispatı mucibince edinilen erginlenme deneyimleri, istemeyerek de olsa Dionysos’un bir tanrı olarak listeye yazılmasına sebep olacaktı. Mitolojinin dibini iyice karıştırırsak onunla ilgili farklı rivayetlere de rastlamamız pekâlâ mümkün. Bu meyanda Dionysos’un iki değil, üç kere dünyaya geldiği iddiası dile getirilmişti. Hatta diplomasını Epikorosçu okulundan almış Philodemos hazretleri bile Dionysos’un üç kere doğduğu iddiasını delilleriyle ortaya koyma girişiminde bulunmaktan çekinmemişti. Ona göre Dionysos; ilkinde anasından, ikincisinde Zeus’un baldırından, üçüncüsünde ise Titanlar tarafından parçalanan bedeninin Rhea’nın üfürüğü ile yeniden bir araya getirilmesinden doğmuştu.
Çocukluğunu Hermes’in himayesinde geçiren Dionysos’un en önemli özelliği, ergenlik çağlarından ömrünün sonuna kadar Yunan topraklarından Afrika’ya, Trakya’dan uzak Asya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada dolaşarak geçirmiş olmasıydı. Şahsına münhasır bu özelliği nedeniyledir ki; halen daha birçok kültürde onun getirdiği dinsel anlayışa benzer ritüellere rastlayabiliyoruz. Özellikle komedi ve tragedya dallarında tiyatro kavramı etrafında döndürülen kutsal sanat mistisizminde Dionysos’un vurduğu damganın izi günümüzde hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Modern sanatlarda; şiirde, öyküde, romanda, sinema ve tiyatroda onun yaşamsal serüveni üzerinden türetilmiş birçok kahraman izleğine denk geliyor olmamız, onun kültürel hayattaki etkinliğinin göstergesidir. Halen daha birçok kültürde sergilenen festivaller, törenler, fener alaylarında gösterilen folklorik kalıplar onun mirasının devamı niteliğindedir. Tüm bu özellikleri dolayısıyla denilebilir ki; hiçbir Olympos tanrısı ölümlüler katında onun kadar meşhur bir yere sahip olamamıştır.
Dionysos’un bu geniş tabanlı şöhretinin karşılığını onun karakteristiğine bakarak izah edebiliriz. Evvela ölümlü bir kadından doğmuş olması, onu, insanlara yakın bir mesafede tutmaya yetiyordu. Ne Olymposlular gibi yüksek burunlu durağan bir kibre ne de onların sürdüre geldiği elitist yaklaşıma sahip olmadığından her kesim tarafından kabul edilir bir olağanlığa sahipti. Sürekli hareket halinde olması, coğrafyadan coğrafyaya geçerek her dine, her kültüre, her millete sirayet edebilmesi, onu, temas ettiğini değiştirip dönüştüren bir simyacı konumuna yükseltmişti. Her kültürün tanrısına karşı barışık bir yaklaşımı olmasa da, politik tavrını çatışmasızlık ilkesi üzerinden şekillendirmeyi yeğlemişti. Tanrı ya da insan ayırmaksızın her türlü yüze bürünebiliyordu. Bu yeteneği sayesinde; köylüsünden entelektüeline, siyasetçisinden aristokratiğine, sarhoşundan çilekeşine kadar hemen her kesim tarafından sempati duyulan kutsal bir kimlik edinmişti. Bu yanıyla Olmyposlulardan kalın çizgilerle ayrılır bir tanrı prototipi geliştirmişti.
Babası tarafından Hera’nın zulmünden kaçırılarak Hermes’in himayesine teslim edilen Dionysos tanrılık yolundaki ilk erginlenmesini, çocukluğunda sütannelerine saldıran kurt adam Lykurgos’un vahşiliğinde deneyimleyecekti. Trakyalı Lykurgos tarafından korkutulan Dionysos ödü patlamış bir vaziyette denizin dalgalarına atacaktı kendini. Denize kaçmanın karşılığını ileride yeniden hatırlayacağız. Bu erginlenme sonrasında Yunanistan’a geri dönen Dionysos, Olympos dininin üstünlüğüne bir tehdit olacağı endişesiyle göbekli elitistlerin baskı ve direnişiyle karşılaşacaktı. Zeus’un gayrimeşru çocuğu olması, üstelik bir de ölümlüler soyundan gelmesi Olympos’un ehli keyf tanrılarının rahatına su kaçırmıştı. Bu ‘halkçı çocuğun’ sempatik tavırlarından işkillenen Olmyposlular ona karşı kapsamlı önlemler alsalar da Dionysos’un yazgısına karşı durulamayacağının idrakine, aşkedilen tarih tokadıyla varacaklardı.
Dionysos her ne kadar şarap ve eğlencenin tanrısı olsa da kendisini kış aylarında gösteriyor, zemheri ortasında piyasaya çıkmaktan muazzam bir haz alıyordu. Bitkilerin de tanrısı olan Dionysos, hayatla ölümü bir arada tutan düalist ehliyeti sayesinde, insanların kolayca empati kurup yakınlaşabildiği tek tanrı olma vasfına erişmişti. Bitkilerin tanrısı olması ölülere de hükmedebilecek bir doğallığı zorunlu kılıyordu. Zira Tıp ilminin kurucu babası Hipokrat bile “bitkilerin büyümesi gibi tohumlar ve besinler de bize ölülerden gelir.” deyu kalem oynatırken sanki Dionysos’un bu özelliğini sağlama alacak bilimsel bir zemin hazırlamayı amaçlıyordu. Madem bitkiler ölülerden geliyordu o halde yeryüzündeki tarımsal faaliyetlere bağlı bereket de ölülerden gelecekti. Besine, bitkiye tasarrufu olan tanrı betin bereketin hatta bunun vesilesi olan ölülerin de tanrısı olmayıp da ne olacaktı!
Olymposlulara göre oldukça genç bir tanrı olan Dionysos, kendi tebaasına verdiği beklenmedik mesajları ve vaat ettiği eskatolojik umutları nedeniyle de arkaik mirasla yüklü kıskanılacak bir konumdaydı. Bu ve benzeri özellikleri nedeniyle, etkisi birçok toplumun kültürel arketipine sirayet edecek ve şöhreti dilden dile dolaşacaktı.
Yukarıda sayılan özellikleri dolayısıyla mitolojinin Dionysos karakteri, Game Of Thrones dizisinde Kuzey Hanedanlığını üstlenen Jon Snow karakteri ile benzer unsurlar taşıyor. Mezkûr dizi; ele aldığı konuyu arkaik bir dönem dili ile seyirciye aktarması, üç semavi dinin hiçbirine benzemeyen dinsel yapısı, karmaşık ve çoktanrılı ritüeller silsilesi, mekân kullanımlarında öne çıkardığı zaman dışılık ve karakterlerine yüklediği olağanüstü özellikleri nedeniyle mitolojiden fazlasıyla esinlendiğinin işaretlerini açıkça ortaya koymaktadır. Elbette ki bu mitolojik esinlenme sadece Game Of Thrones’a has bir durumu izah etmez. Bugün bütün Batı düşünce biçiminin zemini başta olmak üzere, Hollywood sineması, hatta modern bilimin tanrıtanımazlık üzerine kurulduğuna dair tekrarladığı o büyük bilimsel yalanı bile mitolojik putperestliğin hasırı üzerinde kaba etine iz çıkarma hevesindedir ve bu hevesi sarahaten aşikâr etmekten de çekinmemektedir. Buradan hareketle denilebilir ki; Dionysos ile Jon Snow arasında kurduğumuz paralellik mavi boncuk bulmanın heyecanını değil aksine malum olanın ilamından ibaret bir okuma biçimini yansıtmaktadır.
Konuya dönüp benzerlikler arasında gezindiğimizde şöyle bir tablo ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Dağılmış Kuzey Hanedanlığının güç bela ayakta durabilmiş tek etkin gücü Jon Snow’un dünyaya geliş biçimi ile Dionysos’un dünyaya geliş biçimi birbirine benzerdir. Tanrı Zeus’un oğlu olarak doğan Dionysos gibi Jon Snow da gayrimeşru bir ilişkinin sonucunda dünyaya gelmiştir. Her ne kadar babası Eddard Stark bir Zeus değilse de en azından Demir Taht’ın koruyuculuğuna kadar yükselmiş olması ile Olympos Dağı’nın otoriterlerine benzer bir karizması vardır.(Gerçi dizinin 7. sezon finalinde Jon’un Stark’lara değil Targaryen Hanedanlığına mensup olduğu ortaya çıktı. Biz yine de dizinin bugüne kadarki izleği üzerinden gerekli çıkarımlarda bulunacağız.) Diğer yandan Jon Snow da Dionysos gibi Stark hanedanlığının meşru bir ferdi olmadığı için herkes tarafından hanedanlığın piçi diye tanımlanmaktadır. Dionysos gibi Jon Snow da çeşitli erginlenme deneyimleri yaşayacak, hatta Akgezenler’le yaptığı ilk savaşta ordusuyla beraber denize kaçarak kurtulma yolunu tercih edecektir. Trakyalı Lykurgos’un kurt adam kılığındaki vahşiliği nasıl Dionysos’un ödünü patlatıp denizin dalgalarına kaçmasına neden olmuşsa Jon Snow’un Akgezenler’le yaptığı ilk savaşta da denize kaçarak kurtulma korkusu benzer izlek dahilinde işlenmiştir. Ayrıca Trakyalı Lykurgos’un kurt adam tiplemesi Kuzey Hanedanlığının kurt sembolüyle özdeşleşmesine yakın bir metinlerarasılığı çağrıştırmaktadır. Bitkilerin tanrısı betimlemesiyle vücut bulan kutsal Dionysosçu anlayış ise Stark Hanedanlığındaki kutsal ağaç motifi ile desteklenmiş durumdadır. Dionysos’un bitkiler üzerindeki tasarruf gücünün ölüler üzerinde de etki uyandırmasındaki benzerlik Jon Snow’un, ölülerden müteşekkil Akgezenler’i yok edecek formülü bulması ile pekiştirilmiştir. Valyria Çeliği ya da diğer deyimle ejderha camından yapılma kılıçların ölüleri yok ettiği bilgisine ulaşan Jon Snow muhtemelen dizinin ilerleyen bölümlerinde Dionysos gibi ölüler ordusuna da hükmedebilecek bir güce erişecektir.
Epikorosçu Philodemos, Dionysos’un üçüncü doğumunu, tanınmamaları için yüzlerini kireçle boyayan Titanların saldırısı sonucunda olduğunu hikâye ediyordu. Bu yeniden doğuş mitinin dizideki izdüşümünü Jon Snow’un kendi adamları tarafından kılıç darbeleri ile öldürülmesi sahnesine bağlamak pekâlâ mümkün. Titanlar, Dionysos’u şüphelendirmemek için yüzlerini kireçle boyayıp ona yaklaşabilmişlerdi. Jon Snow ise düşmanları tarafından değil hiç beklemediği bir şekilde en yakınındaki adamları tarafından ihanetle suçlanıp öldürülmüş ve tekrardan dünyaya geri döndürülmüştü. Dionysos’u tanrı Rhea’nın üfürüğü, Jon Snow’ı ise ateş tanrısının sadık kulu kızıl rahibe Melisandre’nın büyüsü geri getirebilmişti. Diğer yandan Jon Snow da tıpkı benzeri Dionysos gibi sürekli hareket halindeydi. Hanedanlıklar arasında yaptığı diplomatik temasları ve fakir fukaranın derdi ile dertlenen halka yakın üslubu ona, elitist politikanın uzağında bir manevra imkânı sağlıyordu. Alt kademedeki herhangi bir askerle bile kolayca dostluk kurabilmesi kitlelerin ona karşı duyduğu saygıyı pekiştiriyor ve her geçen gün daha güçlü bir karizmatik karaktere dönüşmesine neden oluyordu. Dionysos gibi o da krallar karşısında tutuk ve eksik gözüküyordu. Ama mensubu olduğu halkın karşısında bir hitabet makinesine dönüşebiliyordu. Beklenmedik çıkışları, etkileyici mesajları ve dağıttığı umutla peşindeki kitleleri derinden etkiliyordu. Dionysos’un kış aylarında görünmesi paralelinde Jon Snow da Kuzey Hanedanlığının buzdan surlarında görev alan Gece Nöbetçilerine lord kumandanlık ediyordu. Halka yakınlığı, gayrimeşru bir ilişki sonucunda dünyaya gelmesi onu Dionysos’la aynı kader ekseninde buluşturmuştu. Olymposluların Dionysos’u küçük gören yaklaşımı gibi hanedanlıkların Jon Snow’a bakışları da benzerlik içindeydi. O da tıpkı kaderdaşı Dionysos gibi Yedi Krallık’ın yedisinde de küçümseyici bir kibirle savaşmak zorunda kalıyordu. Gerçi dizi halen devam etmektedir ve görünüşe bakılırsa finalini beklenmedik bir şekilde seneye tamamlayacaklar. Dizinin finali ile ilgili verilen bilgilerin bir gerçekliği yoksa Dionysos’un serüveni ve günümüz dünyasındaki mevcut etkileri üzerinden düşünürsek mezkûr dizinin Demir Taht’a oturan muzaffer kralı Jon Snow olacağa benziyor. Zira semavi dinlerde gördüğümüz aziz, ermiş ve peygamberlerin erginlenmesine benzer süreçlerin dizide ele alınan hemen her krallığa ait karakterler için de kullanıldığı açıkça ortadadır. Hemen hepsi feleğin çemberinden geçmiş ve gelmiş oldukları pozisyonu fazlasıyla hak etmiş bir kalıba sokulmak istense de bu erginlenme deneyimlerinin maddi ve manevi anlamda en çetinlerinin Stark hanedanı bireyleri üzerinden tezahür ettiğini görmekteyiz. Bu da “Kahramanın Yolculuğu” konusunda hikâyenin nereye varması gerektiğinin açık bir işareti olarak biz izleyicilere kılavuzluk ediyor. Bundan sonrasını, izleyip göreceğiz.
Kaynakça:
1)Mircea Elieda / Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi 1. Cilt / Kabalcı Yayınevi
2)Pierre Grimal / Yunan ve Roma Mitoloji Sözlüğü / Kabalcı Yayınevi
3)Azra Erhat / Mitoloji Sözlüğü / Remzi Yayınları