Üzgünüm. Havalı bir korna tonuyla söylüyorum bunları. Çekici alıp örse vuruyorum. Ne çekiçte ses, ne örste incinme. Kılı kıpırdamıyor dünyanın. Dilimi dövüyorum. Sesim kesilsin istiyorum. Çünkü yukarı kalkıp aşağı inince sert yüzeye çarpanın çınlamasını bekleyen çekicin heyecanı lök diye oturuyor insanın içine. Sert bir darbe ile biraz daha olgunluğa yaklaşacağını sanan örs, yumuşak bir ıslaklığın sırtına geçirildiğini çok sonra fark ediyor. İpeği kesemez nihayetinde kılıç.
Gerçekliğin asık yüzünde kuruluyorum kendimi. Sesim ki keçe üstünde ezilmiş kemikler gibi çivileniyor ağzımın tavanında. Kelimeler buruyorum, biraz iğdiş, biraz kanser, perhizle şişirilmiş patronların avucuna. Mezuniyeti yaklaşmış öğrencilerin fazlasıyla elledikleri bir kadavra havasında bekletiyorum kendimi. Musallaya değil, meşin yataklara uzatmışlar cenazemi. Isırdığım lokmaların kırıntısı dişetlerimi kaşındırıyor. Lif lif uzamış, çürük bir diş kokusu gibi önüme boşalmış hafızama dolduruluyor cerahat. Son baktığım yüz ile ilk uyduğum ses arasındaki mesafeyi kısaltan bellek; annemin yüzü, kardeşlerimin çığlıkları, bodrum katları, yarısı ısırılmış domates, küspe kokusuna karışan hayvan dışkıları… Bas artık şu deklanşöre!
Şeyhim benim uçur! Kalbimle aklım arasında yeşeren fidanlığı baltalıyorlar. Yetiş! Güçbela edindiğim kulübemde ateş yalazları kıpkızıl. Önüm karanlık, arkam fitili ateşlenmiş dinamit tarlaları.
O kız yüzünü pudralıyor! Şeyhim benim uçur! Çetin bir ceviz dolaşıyor parmaklarının arasında. O cevizi kırsalar, kabuğundan artanı matmazele sunsalar. O kızı bana alsalar, gece hortlayıp yatağımı bassalar yine de kaşlarının karalığında o vurdumduymaz küstahlık. Benim açlığım ruhsal değil mekanik, hırıltıyla boşalıyor çenemden aşağıya psikolojimin uğultusu. Zor bulunur bir insanlık erdemi olarak bu küstahlığın heykelini kim yapacak? Başın buluta değse göğü küçümseyeceksin, bir hamaset kusacaksın üstümüze doruklardan aşağı. Eteğinde serinlenen rüzgârın ferahlığı. Dirsek uçlarında bırakılmış fındık tatları, yanağa kazılan çukur, Elif Ba’dan öğrenilmiş güzergâh. Şeyhim benim uçur!
Mantığı en aziz yerinden bıçaklanırken seyrediyorum. Aklın git-gelleri arasında çizdiğim zikzaklar deliliğime delildir. Kaçırdığım şey aklım olsa iyiydi, üstelik toynaklarım da ağrıyor. Ekran başında eridiğimi biliyorum, gözlerim fal taşı falan değil, sözlerim nal taşı. Kırbaç, küstah bir kardinal. Gibi şaklıyor sırtımda. Etime değdikçe acıdan yanaklarımı kızıla koşturan bir renk kartelası. Gibi ağzımda ayaza açılmış bir uğultunun heyulası. Donuyorum! Donmuyor yanıyorum. Gibi donduysam da gibi yanıyorum. Demir gökdelenlerine baka baka şehrin; heyecanı katledilmiş, kimsesiz bekleyişlerin gündelikçiliğini kiralıyorum. İddia etmiyorum, suçluyorum.
-Dünyaydı belki de bu ardımızda kabaran kara çığlık – hayhay –
-Kursağı kedilere yem edilmiş kadavrayı kim gömsün? – hoh hoyy –
-Deniyorum – yanılırsın –
-Bir gerilim filmindeymişçesine ustalıklı yapılmış – banyoda uzanmış, şişiyor boydan boya kan içinde bir ceset-
Bu şeylik neyin nesi, bu tılsım kimin fesi? Şey şeyin mi şemsiyesi? Şimalde görülen şimşeğin bize de ulaşır mı şimşirden şıngırtısı? Kimin kelimeleriyle kurulmuş bu karizmanın getirisi? Kim korksun dibi ellenmiş adamların hışmından? Bıyıklı fahişeler ekranından, sakallı sünepelerin filminden! Küpeli pamuk oğlanları felsefesiyle aydınlanacak dişlerimiz! Dün Korkusu gibi bir korkun kalmadıysa kenarında, yıkıl? Yıkıl, yalanın çemberinde yonttuğu zarafete şapka arayan ovallik. Priz ile fiş ilişkisi. Girenle çıkanın, vuranla vurulanın, kıranla kırılanın ölümüne alıştırıldığı elektrik sandalyesi. Otur diyorlar oturuyoruz, çarpıl diyorlar çarpılıyoruz. Al diyorlar alıyoruz. Kuyrukta bekliyoruz, kuyruğunu kapana kıstırmışların havliyle kuduruyoruz. Kurmaca bir aygıt gibi düğmelerin, tuşların, sirenlerin ve ışıkların oynaştığı gibi oynaşıyorlar bizimle. Gez’imizle, göz’ümüzle iz’imizle. Bozuluyoruz. Dik yamaçların yamuğudur artık terazimiz. Dilimizden tutup havalı yataklarına atıyorlar cüssemizi. Yut diyorlar yutuyoruz. Kiminin kapatmasıyız artık, kiminin tescilli fahişesi! Terli terli etlerini bastırıyorlar göğsümüze, kanlı kanlı elleriyle seviyorlar tenimizi. Salyalar akıyor gökten yeryüzünün berraklığına ve kirletiyorlar tüm çiçeklerimizi. Üzülünce sinemaya götürüyorlar. Bomba kovanlarından sardunya saksısı. Şeyhim benim uçur! Ceplerinde tomar tomar hak kokan, ter kokan, kan kokan paralarıyla… tral lal lal la! Sıkılınca kokuşmuş pijamalarına sarıp çamaşır makinalarına, çok bunalınca Hac yollarına!
“Burası nedir, burası neresidir?”, “Hangi lehçeyle söylenir bizi ince ince tiftikleyen çobanların türküsü?” diye merak etmiyorsun artık. “Alıştırıldığın çukurun rütbeli kodamanı olmakla övünmen sana belâ olarak yeter” deseler de gülüp geçiyorsun. Çünkü düştüğün çukurun çamurusun. Neyle başladığın kimsenin umurunda olmaz, neyle bitirdiğine odaklanır insan hafızası.
Merak odur ki; vakur bir yarıktır. Sızar. Bir bellekten bir belleğe sürtünür toynakları, hazcıdır, bir mahremiyet dikizciliğidir merak. Hastalıktır, kişi odur ki kendi mezarını kanatır bu hastalığın küreğiyle. Elletmez kimseye kolayca kendisini. Çünkü izdir, işarettir yolunu kaybetmişlerin yönüne. Çünkü alışmamak için kaba etine bastırılan kızdırılmış demirdir. O yardan aşağıya atlamaya, o yarıktan akmaya kaldıysa cesaretin buyur! Buyur bak! Mahrem duygumuzu yitiriyoruz naber! Bir hissiyatın incinmişliği olarak mesafe tedavülden kalktı. O didaktik söylevlerini şehvetle patlatacağın bir mecra kalmadı artık. Sıdkı sıyrılmış bir sıçan leşi gibi deliğinde tıkanıp kalmışsın, sıkılmış, sıkışmışsın. Sıyır derini ve kırabiliyorsa kır hayâsızca alnına işlediğin ihtiras çemberini. Öfkeni kusarak vardığın yerde ihtirasının boyunduruğu gizlidir. Al boynuna tak, gerdanında hayvanlığından bir iz kalsın. Kaldıysa bir kulağın, kabart bakalım hangi uzvun kabaracak? Uzağında yaşadığımız, kamusallığa mecbur bırakıldığımız diplerin dibindeyiz. Gözün aralansın da seyret; çölün de bittiği yerdeyiz. Merak duygumuzun hiçleştiği, özlemle anıp efkârlanacağımız bütün simaların, sıfatların, sırların eriyip gittiği mecralar yok artık. Zamanın çiğneyip tükürdüğü bayat bir atmık olarak, Belhumedal şöhretiyle nam salıp indiğimiz kuyunun balçığına âşık solucanlar gibi kala kaldığımız yerdeyiz. Yerlerin en dibindeyiz. Tut getir bakalım gelecek mi, bunca fotoğrafın netleştirdiği yakınlık hissinden çıkardığın hisseyi? Senetlerden, devlet tahvillerinden, kabarık bordroların şehvetinden kaşıkladığın metafizikle tuzluyorsun leşini. Tut getir! Kendini getir, kemiklerini bir de! Getir bakalım gördüğün şeyin ne kadar yakınındasın?
Neyin bekçisi kılındıysam orada kendi acımın çağıltısını çağırıp durdum. Şeyhim beni uçur! Çağla kırdım, erik ısırdım. Elma tadı gelmedi ağzıma hiç! Kim hatırlar ilk girilen günahı, ilk izdivacı, ilk gerdek gecesini insanlığın! Orada ben vardım. İlk döl, ilk cinayet, ilk aşk, ilk emek, ilk ter, ilk yoğrulan hamur, ilk dikilen taş; orada kurgulandı sulbümün geriye doğru akan hikâyesi. Kurmaca. Neyin gazabına gölge olduysa sözlerim, çığlığım ağırlaştı boynumda. İşe yaramazlık denilen o büyük bohem, geç vakitlerin uyandırılma saati, tutup saçlarımdan meze etti, küfemdeki incileri, sofrasına kancıkların. Göbekli haydutların, kravatlı katillerin, takım elbiseli fahişelerin. Dövüle dövüle pelteleşti ekran yüzümüz, mikrofonik sesimiz için hazmı kolay yumruklar bastılar gırtlağımıza. Elimizde uzay boşluğundan bir göbek, dilimizde dikine dikine kaldırılan tahterevalli.
Seninle sokağa inelim artık, şeyhim beni uçur! Parklara, alanlara, istasyon boylarına. Bakarak dedelerimizden kalan hatıraya, “bir şimendifer geçse” diyelim. Postmodern durumlara özgü, geniş perspektifli, fonksiyonel kompleksi, fraktal bir kaktüs gibi birbirine bezese bezelyesine bastığımız dünyanın her yeri. Gıdıklasak ayaklarını ağaçların. Rüyalarına konfetiler patlatsak atların. Başım ağrıyor, kapanıp ayaklarına ağlamaklar yağdırmak istiyorum içime. Şeyhim beni uçur! Irmaklar geçiyorum, atları suvarıyorum. El değmemiş bakirelerden bir koro, şarkı söylüyor göğsümüm kafesinde. Hiçbir şey bulamıyorum, üstüpü yok, bez yok, kirli bir çaput bile; tutup yarama kendimi basıyorum. Şeyhim beni uçur!
Kardeşlerim! Ekmek kırıntısı gibi sevdiklerim, tokluğa dönük koşumlar gibi aradıkça yitirdiğim kardeşlerim! Üfürüklerim. Yedi başlı bir gövdedir şimdi bu bel kemiğimden yonttuğum gölgeler. Gölgesi boylarını geçenler. Parmağına bal katıp parmaklarını yiyen de budaladır yemeyen de! Kemdir, beddir, köpekçedir. Ben çıtlatılan parmaklarım, çağında çırak çıkarılmış yongaların kara göğü! Kendi bildiğine doğru açılmış bir yelkenin ucunda bekleyişlerimi horlayıp toparladım. Bildiğimin en sonuna kadar gitmek için gölgeme kendir ektim, kenevir ektim. Burnumdan göğsüme çektiğim heyula ile genişledim. Haşyetiyle göğün, ağırlığıyla ağlamanın, gözün ve gözün içinde biriken görüntünün savrukluğuyla açtım etimi tırpanlayan bir dünyaya kapılarımı. Kapılarımı, burnumu yok sayan kapılarımı, ucu bucağı koparılmış hezeyanlarımı. Şeyhim beni uçur!