“Biz camia olarak son otuz yılda çok kritik kırılmalar yaşadık, büyük zayiatlar verdik. Daha önce de dile getirdim: Bizim kardeşlik ve arkadaşlık ilişkilerimiz yıllardır döviz kurlarının, petrol fiyatlarının ve tüketim alışkanlıklarımızın altında seyrediyor.” diyor Hıdır Toraman.
Şair Hıdır Torman’la dünün naif gidişatından bugüne le avuca sığmaz süratine, sosyal medya duyarlılığından günümüz şair ilişkilerine, tabiatın güzelliğinden insan hallerine birçok meseleyi konuştuk.
Her şairi şiire götüren bir sebep vardır. Öncelikle şiire nasıl başladığınızla başlamak isterim. Sizi şiire yönlendiren saikler nelerdi? Ne olmuş olabilir ki insan birdenbire şiir yazarken bulmuş olur kendini? Buradan başlayarak şiir serüveninizin başlangıcındaki nedenleri dinlemek isteriz?
Ben çocuk yaşta yazmaya zorlandım. Babamın doğup büyüdüğü toprakları terk edip Almanya’ya gidişiyle başladı her şey. Rahmetli babam yaklaşık 12 yıl boyunca bize oradan mektuplar yazdı. Annemle birlikte yıllarca o mektuplara dilimizin döndüğünce karşılık vermeye çalıştık. İlk yazı tecrübem, ilkokul öğrencisiyken babama yazdığım hasret yüklü o mektuplarla başladı diyebilirim. Sonra ailece köyden şehir merkezine, Elazığ’a, taşınmak zorunda kaldık. Ancak şehir hayatı benim uyumsuzluğumu iyiden iyiye arttırmıştı. Şehrin acemisi ve mahcup çocuklarından biriydim artık. Rüzgar başka türlü esiyor, başka türlü yağıyordu kar ile yağmur. Çocukluğum, çocukluk arkadaşlarım doğduğum topraklarda kalmıştı. Şehirde yeni arkadaşlar edinmem bir on yılımı alacaktı.
Şiirle buluşmama, şiir serüvenimin başlangıcındaki nedenlere gelince… Ortaokul yıllarında ders kitaplarındaki şiirleri örnek alarak dörtlüklerle doldurduğum bir şiir defterim vardı. Hevesle doldurduğum o defteri, kilitli olmasına rağmen, yakarak ortadan kaldırma ihtiyacı duymuştum. Yine 70’li yıllarda babamın, Almanya’dan hediye olarak getirdiği Olympia marka bir daktilom vardı, çevremde herkes yazmam gerektiğini düşünüyordu. Zamanla ben de kendimi buna iyice inandırmıştım. Derken daktiloyla yazmaya, şiirlerimi daktilo etmeye başladım. Yine o yıllarda TRT’de Walton Ailesi adıyla yayınlanan yabancı bir dizide, yazar olmak isteyen ve her gece günlüğüne bir şeyler yazan Küçük John da beni yazma konusunda hayli etkilemişti. Bir de ortaokul sırlarında bir arkadaşım, Necip Fazıl Kısakürek’in Çile’siyle tanıştırmıştı beni. Bu, elime geçen ilk sivil şiir kitabıydı aynı zamanda. Lise yıllarında da edebiyat öğretmenimiz rahmetli Necmi Polat’ın özverili çabalarıyla Diriliş, Edebiyat ve Mavera gibi dergileri takip etmeye başladığımı hatırlıyorum.
Evet, şiire yönelişimin içinde bulunduğum koşullarla, doğduğum topraklarla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Bizim Anadolu lirizmin beşiğidir. Şiir iklimi bakımdan yeryüzünün nadir coğrafyalarından biridir. Benim doğduğum ve soyadımı aldığım yer olan Toraman, Harput’a bağlı bir mezra. Çocukluğumun geçtiği bu yerin kendine mahsus bir ahengi ve havası mevcuttu. Annemden dinlediğim ninniler, masallar vardı. Annemin kimi akşamlar Kur’an okumaları olurdu, içimi tuhaf bir hüzün kaplardı. Bir de Harput ahengini anmalıyım burada. Bütün bu iklimi, ahengi ve lirizmi dünyaya taşımak, çağa kendi şarkılarımı söylemek istemiş olmalıyım ki şiire karşı bir heves başlamıştı bende. İşin başlangıcında şiire sığınmamın arka planında böyle nedenler olduğunu söyleyebilirim.
Yeryüzü Mühürlenince daha lirik bir damardan beslenen, ben’iyle hesaplaşan içedönük sesiyle tamamlıyordu kendini. Kızgın Pars Kopuk Topuk’ta ise dışadönük bir sese dönüşüyor şiiriniz. Daha eleştirel ve dışarının olan bitenine çatmaya hazır bir öfke görüyorum o şiirlerde. Yüklemler kitabı ise geldiğimiz noktada kaybettiklerimize dönük bir ağıt sanki. 20 yıl zarfında oluyor tüm bunlar. Üç kitabın merkezinde olan o büyük keder anıtını saymazsak ilk şiirleriniz ile son şiirleriniz arasındaki bu değişimi nasıl yorumlamak gerekir?
Sevgili Yavuz, kitaplarla ilgili saptama ve çıkarımların sıkı bir emeğin ürünü; onlara tümüyle katılıyorum. Sorduğun soruya gelince: Yeryüzü Mühürlenince benim ilk kitabım, 80’li yılların ve yirmili yaşların coşkusuyla yazıldı. Çocukluk ve gençlik çağlarında yaşadıklarıma bakışın bir verimidir daha çok. Kızgın Pars Kopuk Topuk ile Yüklemler ise 40’lı yaşlara tekabül ediyor. 80’li yılların sonu ile 90’lı yılların başında Yeryüzü Mühürlenince ile “kendi gösterimi” yapıp bir kenara çekildim. Tabii, şiirimizin seyri, nasıl sona ereceği insanın yazgısıyla, ruhsal süreç ve etkinlikleriyle, yazı serüveniyle alakalı. Bu kitapların her biri benim için farklı bir sıçrayış, her biri farklı bir tecrübenin ilanı. Yazmanın, deneme eylemiyle ilişkisi sonsuz ve çeşitlidir. Yani her zaman denenmemiş bir yol vardır. Falan kişi çok güzel yazmış dediğimizde de yeni bir yola başvurmuş olduğunu dile getiririz. Çünkü bin bir yolu var yazmanın, bin ikincisini denemek niyetinde, azminde değilsek vazgeçeriz yazmaktan. Şiir zihinsel bir fantezi, eğelenen insan nağmesi, kelimelerin geçici birlikteliği değil tabii ki. Seçilmiş kelimeleri aşan bir yapıdır şiir; bir varoluş biçimidir her birimiz için. Şair kişiliğin iyilik ve güzellik arayışı da Tanrı’ya kadardır.
Başından beri tabiatla temas halinde olan bir içeriği var şiirlerinizin. Tabiat adeta bir fon gibi şiirlerinizde. Oysa kırsaldan uzak büyükşehirlerde yaşıyorsunuz. Buna rağmen tabiatın bu denli yoğunlukta şiirinize girmiş olmasını nasıl açıklıyorsunuz?
Evet, bugün büyükşehirde, vazgeçilmiş bir pâyitahtta yaşıyorum. Ama benim çocukluğum tabiatla, börtü böcekle iç içe, dağlarla baş başa geçti. Kuşların, börtü böceğin ve suyun sesine çok yakın büyüdüm; yağmur ve suyun toprakla buluşmasına şahit oldum. Yani başlangıçta tek eğlencem tabiattı benim. Şanslı bir çocuktum hatta. Üniversite yıllarından önceki yaşantımı kırsalın havası suyu renklendirdi hep. Yaradılışla uyumlu bir tabiat ortamında edindiğim tecrübelerle oluşturdum çokluk imgelerimi. O nedenle hâlâ tabiata yaslanarak konuşabiliyorum, gücümü oradan alıyorum daha çok, büyük bir imkândı tabiat benim için. Yıllar yılı tabiattan şehre kaçışın, kovulmuşluğun da diyebiliriz, bedelini ödedim, ödemeye de devam ediyorum.
Yeryüzü Mühürlenince kitabında hep bir gitmenin, kendinden sıyrılmanın, unutulmanın duasını duyar gibiyiz. Daha bireysel, daha içten bir sesin olabildiğince duyulmaz hale gelmesinin, kendini oyun dışına çıkarmanın arzusu saklı sanki. Şairliği oyun dışı bırakma isteği neden?
Şiir yazmaya 80’lerde başladım. Bugüne dek muhafaza edebildiğim şiirlerden ilki de Eylül 1981 tarihli. Ben o yıllardan beri içinde bulunduğum dünyayı hep sorunlu buldum. Hep şiirle meşgul ettim aklımı dünya almasın diye. Gönlüme göre olanla olmayanı tefrik etmek için yazdım, dünyada kendime bir hareket alanı açmak için de hep yollar üstünde durdum. Söylediklerinde haklısın, ben başından beri aynı duayı okuyup aynı şarkıyı sürdürdüğümün farkındayım. Hatta 2017’de “Yollar Üstüne” diye de bir şiir yazdım. Tanpınar Zamanı dergisinde yayımlandı. Ondan bir bölüm de aktarabilirim:
‘Yollar seni bir yere götürmeyecek
kalabalıklardan koruyacak sadece
Yaşadığın kadarıyla anlayacaksın
nasıl bir yer tuttuğunu dünyada
bir yol bulmaktan başka bir şey olmadığını
…………………………………………………….’
Bir yol bulmaktan, kaybolup gitmekten başka arzuladığımız bir şey de yok zaten.
Bir de başından beri şiirlerinizde devam edegelen bir çocukluk vurgusu göze çarpıyor. “Çocuklar dünyanın en doğru cümleleri / yaralanmış en sıcak yerlerimiz çocuklar.” Bir motif olarak çocukluğu yoğunluklu olarak şiirinize dahil etmenizi nasıl anlamalıyız?
Her şeyin tehlikede olduğu bir dünyada çocukluğumuzdan başka neyimiz var ki.. Bizi biz yapan en sahici yanımız değil mi çocukluğumuz? Tabiat gibi, çocukluk da büyük bir imkândı benim için. İkisi de kendimi ifade etmemi, duygu ve düşlerimi bir şekilde açığa vurmamı, hayatımı sürdürmemi kolaylaştırdı; şiirimi de poetikamı da etkilemiştir haliyle.
Birazda gündelik meselelerden konuşmak isterim. Sosyal medya mesela. Sosyal medya ile şairlerin imtihanı nasıl geçti dersiniz? Sosyal medya olmadan önce daha mı iyiydi acaba şairler arasındaki ilişki?
Sosyal medyayla imtihanı iyi geçen şair yoktur sanıyorum. Sosyal ağlar bu dijital çağın en albenili icadı, yarılması gereken bir kuşatmaydı. Ne var ki şairlerin çoğu onun çekimine kapıldı, beklenen direnci gösteremedi. Sanal dünya, hemen herkesi gösteriye boğarak yüz yüze iletişimi ve gönül bağlarını mahvetti. Sosyal medyadan önce daha mı iyiydi ilişkilerimiz? Bugünküne göre nispeten iyiydi. Ancak bugün sosyal medya aynı zamanda kullanışlı bir günah keçisi… Yani bundan önceki hal ve gidişatımızı çok da kutsamamak lazım. Biz camia olarak son otuz yılda çok kritik kırılmalar yaşadık, büyük zayiatlar verdik. Daha önce de dile getirdim: Bizim kardeşlik ve arkadaşlık ilişkilerimiz yıllardır döviz kurlarının, petrol fiyatlarının ve tüketim alışkanlıklarımızın altında seyrediyor.
İnternet, sosyal medya ve diğerleri. Bir dijitalleşmenin ortasında olduğumuz su götürmez bir gerçek. Bunun şiire de yansıyan tarafları olmalı. Dijitalleşmenin şiir üzerinde olumlu ya da olumsuz etkileri oldu mu dersiniz?
Doğrusu saptaman çok yerinde, dijital bir kaosun ortasındayız. İnternet, sosyal medya ve diğerleri bizim “soysuz acılarımızın” kaynakları. Ama şunu söyleyeyim; sosyal medya pratiğinin şaire kazandırdığı bir irtifa olmadı, olamayacak da. Bu pazarda sözde şairlerin sözde okurları var. Ancak bu ciddiye alınacak bir şey değil. Okuma ve de düşünme yeteneği iğdiş edilmiş sosyal medya okuyucusu için şiir yazılmaz. Bu pazarda başarıymış gibi gözüken her şey, gerçekte şair için bir başarısızlık. Bugün okur yazarlığın tahtına sosyal medya takipçiliği oturmuş durumda. Bir şairin en acil ihtiyacı sükunet ve zamandır. Ama gelgelelim sosyal medya bağımlığı şairleri zaman fukarası yaptı. Başkalarını gözlemlemek iyi bir anlatıcı ya da romancı olmanıza yardımcı olabilir ama şiir içe bakış ister. Sosyal medyada var olmak, iyi bir yazar ya da sanatçı olmanın cüzlerinden biriymiş gibi algılanıyor bugün. Oysa işin aslı öyle değil. Özellikle arkadan gelen kuşaklara naçizane bir uyarıda bulunmak lazım: Sosyal medyada görünme zafiyeti gösteren yazar, çizer ve şairleri, kendimi de katarak söylüyorum, hoş görebiliriz ama onları ciddiye almak zorunda değiliz.
Dijitalleşmenin şairler üzerinde dolaylı bir etkisi daha oldu. Dijitalleşme en başka edebiyat dergilerini kuşattı. Kuşe kâğıdı cafcaflı magazin dergileri, birçok edebiyat dergisini dönüşüme zorladı. Şiir ve düşüncenin nabzının attığı yerler olarak gördüğümüz dergiler, hızla magazinleşiyor. Sinema, müzik, futbol, gazete, mecmua, radyo ve televizyon gibi, günümüz edebiyatı da artık büyük uyku endüstrisinin hizmetinde. Sanata ve edebiyata çokluk magazin yazarları ve magazin gazetecileri ayar veriyor. Adalet Ağaoğlu’nun dediği gibi “Magazin yazarları, kültürel yaşamımıza el koydular.” Sanat ve edebiyat, özel işletmelerin iletişim teknolojilerine eklemlendi. Her şeyin sahtesini aceleyle yapıp ortaya koymayı yeğlemek ahlaksızlıktır. Böylesi bir sanat ve edebiyatın, mevcut konformizmi sarsması, yeni çıkış yolları keşfetmesi mümkün mü sence? R. Garaudy’nin deyişiyle “Kapitalizm iktisadi ve içtimai bir sistemdir; hayatın amacını ve anlamını değiştirmek ister.” Onun suyundan giden sanat ve edebiyatın varacağı yer neresi olabilir ki..
Dijitalleşmenin kurguladığı dünyada şairler arasında da cemaatleşmeler oldu. Bu sanal bölünmeyi, edebiyat dünyasındaki kamplaşmayı, dergiler arasındaki tartışmaların dijital dünya üzerinden sürdürülmesini nasıl okuyorsunuz?
Sözünü ettiğin sanal bölünme ve kamplaşma, şairlerin sosyal medyayla imtihanının iyi geçmediğini de gösteriyor. Dergiler arsında birtakım tartışma ve çatışmaların olması doğal bir şey, bunu yadırgayamayız elbet. Edebiyat dergileri aynı zamanda bir kavga, bir tartışma arenasıdır. Ama dijital dünya üzerinden sürdürülen bu tartışmaların işin aslıyla alakası yok. Dergi mensupları ya da taraftarları yeni yeni deneylere girmeleri gerekirken yapay gündemlerle kendi adlarını parlatma yarışında. Ortaya çıkarttıkları yapıtlarla, yeni yeteneklerle övünmeliydi edebiyat dergileri, kaç yıl ya da kaç sayı çıktıklarıyla değil. Dergilerin çoğu, medyadaki takipçi sayılarıyla övünür oldu; birbirlerinin dosya konularıyla ya da içerikleriyle ilgilenmiyor maalesef. Tabii bu irtifa kaybının birçok nedeni var. Bunların başında da düşünsel yetersizlik, ideal ve tasavvur eksikliği geliyor. Söz gelişi, günün edebiyat dergileri, hangi ideanın, hangi ülkünün, hangi muhayyilenin mahsulü? Dergilerimiz sükut etmiş muhayyilemizi harekete geçirebilecek yeterlikte ve güçte olabilse keşke. Doğrusu bugün çok yönlü bir krizle karşı karşıyayız. Türkiye’de hemen her alanda bir şahsiyet bunalımı yaşanıyor. Hemen herkes, ciddi bir bağımsızlık sorunuyla karşı karşıya. Kimse kendi alanın hakimi değil. Hemen her alanda bildiklerimizin çoğu zandan ibaret. Bununla birlikte herkes konumundan oldukça memnun. Kimse şöyle bir kenara çekilip de biz ne yapıyoruz; irfanımız, siyasetimiz, sanat ve edebiyatımız nereye gidiyor diye muhasebe yapma ihtiyacı duymuyor. Velhâsıl hal ve gidişat iyi değil. Mesela, bugünün Türk şiiri bir şey söylemiyor. Bu çok ürkütücü. Hemen herkes büyük şiirden umudunu kesmiş gözüküyor. Şair kişiliğin, yaşatmak istediği bir idesi, ülküsü, tasavvuru yok. Oysa Türk şiiri yeniden bir şeyler söyleyebilecek irtifaya ulaşsa siyaset de önünü görmeye başlayacak.
Eğitim–öğretimin tam ortasından gelen birisisiniz. Geldiğimiz noktada gençleri nasıl görüyorsunuz? Şiirle, kitap ve düşünce ile araları nasıl öğrencilerin? İyiye giden bir taraf var mı yeni kuşaklarda? Yoksa hepten karamsarlığa kapılmakta haklı mıyız?
Gençler evet. Mahalledeki herkesin, öğretmenlerin, ebeveynlerin en büyük çaresizliği… Dijital çağın, yüksek teknoloji medeniyetinin kontrollü bağımlıları… Bilgisayar, internet ve video oyunları sayesinde “yarış atı” olmaktan kurtuldular belki ama bu kez de “oyun atı” oldular. Bugün ülkemizde Mavi Balina adlı oyunla ilişkilendirilen 140’ı aşkın intihar vakası var maalesef. Gençliğin şiirle, kitap ve düşünceyle ilgileri çok yüzeysel ve sanal alemle, görsel kültürle sınırlı. Tabi, insan kendini tanımak, haddini bilmek için şiir okur. Geçlerin böyle meseleleri olduğundan pek emin değilim. Çoğu, var olmanın görsel efektiyle ilgili, kitap okuyarak değil de görsel kültür malumatfuruşluğu yaprak itibar edinme gayreti içinde.
Gençleri suçlamak hepimize pratik geliyor tabii. Esasında onları kurban gören eğitim modellerini, hedonist kültür ve ekonomi politikalarını sorgulamalı. Onların ilk mektep hocası olan anne babaların, rollerini çok ciddiyetle ele aldıklarını düşünmüyorum. Cami ve üniversite kürsüleri onlara hitap etmiyor. Yeni kuşaklara bir değer bırakması olası fikir abileri ve ablaları yok. Okullardaki öğretmenlerin de onlara rol model olmak gibi bir amaç ve endişe taşıdığı kanaatinde değilim. Hasılı yeni kuşakların geleceği, malum irfan zabıtalarının, sanat edebiyat komiserlerinin, örgütlenmiş sorumsuzlukların insafına terk edilmiş durumda. Dediğin gibi karamsarlığa kapılmamak elde değil. Ama ben her şeye rağmen şaire, şiire dair umudumu koruyorum. Evine helal lokma götüren babalar ve çocuklarına helal süt emziren anneler var oldukça büyük şairler de olacak. Ben o anne babaları; Yunus Emrelerin, Mehmet Akiflerin, Cahit Zarifoğluların, yeni Karakoçların, yeni Özellerin habercisi olarak görüyorum doğrusu.
Etkisinde kaldığınız ve başkalarının da okumasını istediğiniz kitapları listeleyin deseler ilk beşe hangi kitapları koyardınız?
Zor bir seçim… İlk beşi değil de ilk ondakileri karışık olarak söyleyeyim: Don Kişot, Yaşamak, İşaret Çocukları, Üç Zor Mesele, Erbain, Körfez-Şahdamar-Sesler, Yort Savul, Tutunamayanlar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü…
Günümüz şairlerinden dikkate aldığınız, şiiri çıksa da okusak dediğiniz isimler var mı? Bu isimleri hangi özelliklerinden dolayı dikkate alıyorsunuz?
Şiir bir gönül gösterisidir sevgili Yavuz. Gönül sahibi arkadaşlar var, onların gönlünden geçeni merak ediyorum tabi. O arkadaşları burada isim isim sayamam ama onların güzel hasletlerinden söz edebiliriz (istersen). Onlar zihnen hep delikanlıdır bir kere. Vazgeçmeyi vadetmedikleri gibi, her şeyi sil baştan okuyup yazmaya hazır yaşarlar. Kalubela’da verdikleri söze bağlılıkları ve büyük şiire dair umutları var. Şiirin keşif kollarıdır onlar, klişelerle yazmaya, bayağılaşma ve çölleşmeye karşı… Kendi emeklerinden başka hak ve hakikatleri yoktur. Küçük büyük hiçbir iktidara eyvallah etmezler; doğruyu söyleme ihtimalleri yüksektir. Dostlar alışverişte görsün diye yazmadıkları için önemsiyorum onları. Herkesin meşrebine göre söz söylemekten, herkesi idare etmekten hazzetmedikleri için de tabi. İdare-i maslahatçılar, herkesle sorun yaşayan kişiler kadar problemlidir zira. Ama bugün maalesef şairliğinden umut kestiklerimiz çoğunluktadır, derin üzüntülerimi bildiririm buradan.