Bursa’daki yan komşumuzun oğlu Ferit vefat etmiş. Bugün haber verdiler de donup kaldım. Feci bir motosiklet kazasına kurban gitmiş mahallemizin deli Ferit’i. Bizim mahalle dediğin kenarın kenarı bir getto. Kavganın, gürültünün, gayrimeşrunun türlü türlü işleri burada döner ki akla ziyandır. Her cinsten milletin aşiretiyle gelip konakladığı, her türden zihniyetin bir şekilde arka bulup çoğaldığı kapalı devre bir gecekondu kulübü say! Kaçanın kurtulduğu türden bir tımarhane desen de olur. PKK’lı mı ararsın, zibille. Eskinin domuzbağcısı Hizbullahçılar, sonradan İslamcılığa dönerek şaraba-silaha tövbe eden ülkücüler, vartayı atlatınca müteahhitliğe evrilen mücahitler, paçoz cemaatçiler, beynelmilel tarikatçılar, prensiplerinden zerre ödün vermez sofular, soytarılar…
Daracık çay ocaklarında dönen kurusıkı devrim sohbetleri. Yeşil parkalar, kaçak sigaralar. Menzil sarıkları. Kaldırımlara yayılmış tabureler üstünde döndürülen sahabe kıssalarından tut da en ince fıkhi meseleler yüzünden birbirini bıçaklayan ayrılıkçılara kadar, git gidebilirsen. Her meselede “ben bilmezem, büyükler bilir” kolaycılığıyla kenarda bekleyen oportünist eyyamcılar. Mehdiciler, Godot’yu bekleyiciler. Kürtler, Lazlar, Çerkesler. Bir de dünyanın etlisine de, sütlüsüne de kaşık kırmış, en ufağından en büyüğüne, işinde gücünde olan “ma’cırlar”. Yarım okuryazarlıklarıyla aydın görünmeye çalışan façası alınmış kasaba kaçkını enteller. Kaba softa ham yobazlar, sakallı-sakalsız dini bütün insan fotoğrafları. Hırsızlar, gaspçılar, ayyaşlar. Uzun kış gecelerini süsleyen kız kaçırma hikâyeleri. Baliciler, tiner çeken yeni yetmeler, kubarın dumanını çifte çarşafla savuran leblebici çete reisleri. Kiralık katiller, yerden bitme kabadayılar, küçük esnaf soyguncuları, çek senet tahsilatçıları, türedi mafyacılık oyunları…
Dönemim iktidarına yanaşarak, ya da bir yolunu bulup gayrimeşruya el atarak bir gecede köşeyi dönenler mi ararsın ya da milyonluk arabalarını, sıvasız gecekondularının önüne çekerken gerim gerim gerilen kibir budalası sonradan görmeleri mi? Haramzadeler. Öyle bir yer ki; tüm zıtlıkları tutup bir araya getirmeye kalkışsan benzerine yetişmene kafi gelmez mecalin. Helalinden bir lokma için kuşluk vaktinden gecenin geç saatine kadar mala sallayıp, duvar ören sıvacılar, beton döken kalıpçılar da buradadır, tandır ekmeği ile bağırsakları düğümlenen şehir artıkları da. Onların evden kaçan oğulları da. Erken yaşta kocaya kaçarak kocalan kızları da!
Bu gibi yerlerde öyle şeyler görürsün ki sormadan edemezsin? ‘Allah’ım’ dersin ‘fakirliğin tiyatrosu hep bu şekil mi döner perdede? Dünyanın tüm gecekonduları bu zavallı babalarla mı doludur? Bu babaların çocukları hep aynı yöntemle mi öldürürler kendilerini? Bir dirhem maişet için canını dişine takanların canı niye böyle hep erkence çıkar? Ve bu zavallı babaların çocukları niye hep başkalarının yaşadığı o parıltılı rüyalar için yakarlar kendilerini durmadan? Bu çocuklar niye evden kaçar Allah’ım? ‘Fakirlik’ dersin ‘Allah’ım, bunlara yazdığın bir kader midir? Bağışla Allah’ım; bu sosyo-ekonomik analizlerde adları nereye yazılıdır bu çocukların? Gayrisafi Milli Hâsıla dedikleri tumturaklı lafların neresinde durur bunların hayatları? Şu kuduzuna büyüyen, durmadan habire büyüyen ekonomik göstergelerinin neresine denk gelir bu çocukların yüzleri? Bunca dünyadan habersiz, bunca her şeyden uzak, bunca yalın ayak, başı kabak olmak! Bunca sıvasız, bunca ekmeksiz, bunca nemli, bunca soğuk olmak! Renksiz, kokusuz olarak ölüp gitmek de mi kaderdendir Allah’ım?’ Bu soruları birçok Ferit sormuştur. Ben sormuşumdur, sen sormuşsundur, o sormuştur da isyandan sayılır diye susup en gizlimize çekmişizdir bir şekilde hepimiz.
Ferit dediğin tam da böyle bir şeydi işte. Bu unutulmuş gettoya biçilmiş bir kaftan gibi renksiz, çelimsiz, soğuk ve nemli. Alacanın alacası bir çocuk fotoğraf ki hiçbir oyuncağı tam tekmil tutmamış elleriyle. Hiçbir arzusu kâmilen yerine getirilmemiş. Neye uzansa bir noksanlık, neyi arzudan saysa yarım yamalak bir alıntı gibi kalakalmış dizlerinin dibinde. Baktığı her şeyde eskimiş bir küf tadı, eşyalara kadar sinmiş bir fakirlik rezaleti ki büsbütün. Düşün ki denizin dibinde yaşamışsın da bir kez o denizin sahiline uzanıp sırtını güneşe verememişsin. Gazozunu içip, kumların sıcağına etini kemiğini sere serpe serememişsin. Ölmüşsün de hep yaşamış gibi numaralar çekmişsin. Şimdi bak bakalım, Ferit ne yapsın! Neyle, nasıl avutsun şu dünyadaki yaşamak denen serüvenin replikasını.
Ferit bu; bakmış ki olmamış, başka türden bir yol seçmiş kendine. Doğru yanlış dememiş, bulduğu ne varsa alıp atmış heybesine. Bu jilet demişler alıp etine batırmış, bu arabesk demişler sevip dudağına yakıştırmış. Esrarı almış, kumarı, kuşçuluğu almış. Neye uzanmışsa yok demişler, tutup hırsızlığı almış. Yetmemiş kavgayı almış, gürültüyü almış. Ne bulmuşsa gayrimeşrudan yoğurup üstüne yapıştırmış. Üzerinde yok’un yoksandığı, fakirlikten gayrı ne ararsan pik yapıp zirveye tırmandığı tiplerden biri olup çıkmış işte bizim bu Ferit.
“Erken ölür bu oğlan” demiştim de bu türlüsünü beklememiştim. En son gördüğümde hapisten yeni çıktığını söylemişlerdi. Ardını aramadım. Hapse nasıl girip çıktığını da hiç merak etmedim. Bu saatten sonra, bu türden işlerin ardını kurcalamak, merak duygusuyla irtibatlı olamaz deyip, “ayıp” lafının örtüsüne sarmıştım tüm sorularımı. Ayıp! O ne güzel bir laftır ki; tam da bu türden işler için biçilmiş bir setre gibi sarıp sarmalar kusur dediğimiz şeylerin her bir tarafını kusursuz. Olan olmuştur demek adettendir böyle zamanlarda. Eskinin usulüdür. Olana da, olmuşa da la havle çekip köşene çekilmektir hüner olanı.
İşin sadedi şudur ki; Feritlerin evi anamgilin evle yapışık durur bir gecekondudur. Dile kolay, dip dibe yirmi yılı aşırmış pürüzsüz bir komşuluk biçimi. Hakkı çoktur ki saymakla bitmez. Evlerinin yüksekliği bizimkinden fazladan bir kat varsa da hop demenle çıkman bir olur. Günlerden bir gün çoluk çocuğu toplayıp anamgile yatıya gitmiştim de orada görmüştüm Ferit’i. O gün, hava da güzel olunca evin damına çıkayım demiştim. Ne var ne yok diye etrafı kolaçan edeyim derken tepemde belli belirsiz Ferit’in gölgesini sezmiştim. Gene elinde bir sırık, ağzında bir ıslıkla kuş kovalıyor bizimki. Uzaktan selam verdim, aldı. Hal hatır sormayı da ihmal etmedi üstüne bir de. Hepsi o kadar. Birkaç gün sonra, ne olmuşsa olmuş, yine bir mevzudan polisler kapısına dayanmış bunun. Bu da bitirim ya! Çatıya kaçıp küfür kâfir tehdit etmiş etrafı. Polis bu, kanunu yerine getirecek ki nizam yürüsün. Var mı öyle ite kopuğa pabuç bırakmak! Durup bakacak değil elbet! Bakmışlar bunu çatıdan alamıyoruz, babamdan müsaade alıp bizim evin damından onların çatıya hurra etmişler. Tam enselenecekken bir yolunu bulup kayıplara karışmış bu bizim Ferit. Ertesi gün “vay siz misiniz polise yardımcı olan” deyip bizim evi basmaya yeltenmiş. Biz yokuz tabii ortalıkta. Aklınca öç alacak evdekilerden. Evde ise bir bacım, bir de ahir ömürlerinde anamla babam var. Ferit’in babası yetişip ön almasa, yaşlı başlı adamcağıza el kaldıracak neredeyse densiz.
Neyse, bir vakit sonra bu hadise kulağıma gelince fena kudurmuştum. “Haplıydı” dedilerse de dinlemedim. “Sen dur hele! Ben bu oğlana kendi dilince haddini bildireyim de görsün bakalım komşu evi basmak ne imiş” diye hayıflanmıştım bir müddet kendimce. Bazen Bursa’ya yatıya gidince sorardım “nerelerde bu çocuk” diye. Sorsan ne olur, ara ki cevap bulasın! Meğer o gün bu gün, benimle karşılaşır korkusuyla eve barka uğramaz olmuş Ferit. Korkudan mıydı bu kaçışı Ferit’in? Hiç sanmam! Polise ileri geri yükselen bacaksız, benden mi korkacakmış? Heyhat! Olsa olsa bunca yıllık komşuluğa halel getirmenin utancından başkası değildir onun eve barka döndürmeyen sebep. O gün bugündür hiç görmedim Ferit’i. Hatıramda bir fotoğrafı varsa o da şu haliyle öylece donup kalmıştır; elinde sırık, ağzında ıslıkla kuş kovalayan bir Ferit gölgesi. Bütün Feritler gibi bir Ferit gölgesi.
Bu gün ablamı arayınca, ‘Ferit öldü, haberin var mı?’ dedi. Bir kurşunu boşluğa atar gibi dedi, pat diye dedi. ‘Fevziye hanımı bir göreydin’ dedi, ‘başka birine dönmüştü sanki o cevval kadın. Bir günde nasıl çöker bu denli bir insan, akıl alır gibi değil’ diye devam edince içime bir taştır oturdu. Manzarayı dolaştırıp durdum zihnimde. Ağırlaştıkça ağırlaşan bir acının görüntüsü ki yürek dağlamakta.
Kendi kendime söylendim bir müddet; “Şantiye Modern’deki kahramanım öldü” dedim sessizce. Deli Ferit öldü. İpeklerle boğdurulamayan, konforun kör testeresi ile fazladan yaşatılamayan o Ferit öldü! Tıpkı o şiirdeki gibi yaşayarak öldü. Yeraltına inmişti, karanlık adamların sofrasına! Bankamatik altında uyumuş, tineri kanında eritmişti. Sekizinde esrar çekmeyi öğrenmiş, onunda orta yaş sendromuna girmişti. Dilinde dünyaya büyüttüğü küfürlerle dolaşmıştı her yeri. Yirmisinde ihtiyar bilge olmuş, otuzunda ölmüştü. Ferit ölmüştü! Belki de Ferit doğarken ölmüştü de biz cenazesini şimdi kaldırmıştık. Ferit tamda “Yaş otuz beş yolun yarısı eder” diyen şairin dediği yaşta kapatmıştı sayfayı. Bu yaşın yarıdan fazlasını olsa yaşamış mıdır? Sanmam! Ferit ölmüştü! Şimdi dönüp hangisine yanmalı? Ferit’e mi, yoksa bir gecede çöküp başka birine dönüşen gün görmemiş anası Fevziye hanıma mı? Şimdi kim hatırasında tutacak Ferit’in, Feritlerin ismini! Bir gecede başka birine dönüşen analarından gayri hatırlayan olacak mı bu bıçkın Feritlerin ismini? Allah rahmet eylesin demekten gayrısı gelmiyor elimizden. Allah rahmet eylesin, taksiratını affetsin. Âmin!
“ve kayıp mezarlarda az yaşamak serüveni
korkunç bir yük gibi tarihte gömülüdür.
o çocuk bir kahraman gibi her şiirin gizlisi
duvar yazıları ve banklara kazınan her mısra
gibi kendi haçını boynunda taşıyanların hıncıyla
adına şerh düşülmüş bir görüntüdür.”