“Ancak tehlikenin olduğu yerde, çare de büyümektedir.”
Hölderlin
Aşırılığın normalden sayıldığı zamanlardan geçiyoruz. Anormalin anonimleştiği bir düzlemde kendi biçimini tasarlayan bir sapma ile karşı karşıya olduğumuzu unutalı çok zaman oldu. Her şeyin bir adım ötesinde olmakla kemal dairesinde olmayı birbirine karıştırmaya başladığımızdan beridir bireyselleşme patentli haplar kullanıyor ve bu uyuşukluk içinde varlığımızı ayakta tutmaya çalışıyoruz. Ayakta kalmanın denge ile irtibatlı bir bileşim olduğunu hatırladığımız an kendimize geldiğimiz an olacağı aşikâr.
On altıncı yüzyılda temellendirilen ve 20. yüzyılın hız esasına dayalı ‘Enformasyon Bombası’yla şekillenen modern birey, hızın ve hazzın ayartıcılığıyla her şeyin kendi etrafında döndüğü vehmine kapılarak evrenin merkezine konumlandırdı kendini. Bu, tam olarak bir vehmin rüyaya dönüştürülmüş haliydi. Rüya gerçeğe yaklaştırıldıkça hakikat o kadar uzağımızda kalacaktı. Tüm abartılmışlar gibi vehmin de abartılmışı gerçeğin önüne geçmeyi başarabilmişti. Bireysellik haplarıyla atomize edilmiş bencillik etrafında şekillenen bu abartılı vehim sosyal ve siyasal olaylardan tutun da sanattan mimariye, müzikten sinemaya kadar hemen her alanda merkezi bir konuma yerleşme kabiliyeti edindi. Merkezde olanın çevrede olup bitenlere karşı gösterebileceği duyarlık ne kadarsa bu duygu durumunun duyarlılığı da o kadar olacaktı. Çevrenin hassasiyetine duyarlı olmak en başta merkezin doğasına tersti. Zira her şeyin merkezine oturtarak varlık kazanan atomize edilmiş tekilliğin acıları bile kendi biricikliğinden kaynaklanan bir vehimle gerçeklik kazanabilmişti.
Batı ile yakın temasa geçtiğimizden beri üzerimizde duran libasın çirkinliğinden yakınan “sıra dışı” bir zümrenin fikri tasallutu altında yaşıyoruz. Çarpık bir evre ya da geçiştirilmiş, başlangıcıyla irtibatı kesilmiş bir klonlanma süreci de denilebilir buna. Zihinsel aydınlanmanın eşiğine ancak Batı normlarıyla ulaşabileceğimize inanan bir zümrenin her türlü manipülasyonu altında olduğumuz artık su götürmez bir gerçek. Ve bu zümrenin bütün yapıp ettikleri Doğululara has o meşhur geri kalmışlığı dillendirmekten başkacası olamadı henüz. Doğu’nun geriliğine karşı Batı’nın ilericiliğinin mütemadiyen öne çıkarılması eskinin psikolojik yenilmişliğine denk gelse de, şimdilerde bu, hayranlığa bandırılmış ideolojik bir sapma halini almış durumda. Oysa bugün Yenidünya denilen düzenin parmaklarının tetiğe dokunmadan da milyonları yok edebilme becerisiyle donatılmış bir şebekeye dönüştürüldüğünü hepimiz biliyoruz. Bilim denilen dokunulmazlık kültünün toplumlar üzerinde nasıl ideolojik bir çatışma alanına dönüştürüldüğünü; modanın, sanatın, siyaset ve hatta kozmetik sanayinin de bir ideolojik aygıt olarak aynı çatışmanın gereğini üstlenmiş muvazzaflar olduğunu yeniden deklare etmeye gerek yok artık.
Modern dünyanın ideolojik savaşlarında eskiye ait her türlü silah artık konvensiyonel bir ilkelliğe sahiptir. Bu anlamda kültür ve medeniyet gibi ayartıcı sıfatlarla elde edilen meşruiyet en güçlü nükleer silahların bile ulaşamayacağı bir başarı olasılığı sunar muzafferlerin eline. Bu zafer halüsinasyonuna aldanan göz ise o sihirli değneği elinde tutanın gönüllü köleliğine baştan razı olmuş demektir. Medeniyet köleliği ya da doğumu hiç olmayacak sonsuz kültür sancılarına rıza göstermenin dolaylı adı bu olsa gerek. Yeterince Batılılaşamadığı halde Doğululardan da yüz bulamayan bu “azgeliştirilmiş” üstün ırk her defasında olmak istediğinin gölgesinde gıdalanmaya razı olacak ve kendi toplumunun her türlü normalliğini Batı’nın normlarıyla kıyaslayarak aşağılamaya kalkışacaktır. Bu azgeliştirilmiş üstün ırk kimi yerde sanatçı, kimi yerde aydın, kimi yerde şair, kimi yerde de siyasetçi unvanıyla görevini yerine getirmenin teçhizatıyla yüklenmiş olarak her yerde alesta bekletilmektedir. Her yerde ve her an bekletilen şey kişinin bireyselliği değil bu bireyselliğe yükletilen ideolojinin dominantlığıdır. Aydınlanmanın simülatif nuruyla, salt aklın önderliğini yolculuğuna refik kılanlar tek’leşmeyi hedefleyen modern kültürün misyonerliğini savunmaktan başka bir seçenek bulamamamın mağdurlarıdır aslında. Mağdurdurlar çünkü tekliğin çölünde kendileriyle beraber toplumun da kıyametini çağırdıklarının farkına varacak bir rüşte eremediler henüz. Özgürlük talepleri, gönüllü bir esareti de beraberinde taşımıştır her zaman. Bugün güvenlik diye dayattıkları duygu amansız bir korkunun eseridir aslında. Kırdıkları her putun ardında kendi bireyliklerinin putunu yükseltmeleri de bu sonucun cabası. İnsanın öncesiz sonrasız baştan çıkarılmışlığına, hesapsız kitapsız yaşamasına olan güvenleri ister istemez korkutucu olanın da devreye girmesine önayak oluyor. Aşırı serbestliğin propagandasıyla büyütülen her beden, aşırı korunmanın barikatına bir tuğla daha ekliyor giderayak.
Tarih boyunca insan eliyle yapılanların özetine döndüğümüzde, insanın dünyayı daha güvenilir bir alan yapma yolundaki gayretlerini görürüz. Tarihinin başlangıcından günümüze kadar kendini emniyete alma duygusuyla varolan insan, modern biçimine kavuşana kadar güvenliği bedensel bir savunma durumu olarak yorumladı. Savaş ve tabiatın şiddetine karşı bedenini korumaya alan insanın evveliyatında, emniyet, ontolojik bir muammadan çok fıtri bir refleksin getirisiyle ilintiliydi. Giyim kuşamda gösterilen duyarlık hangi sonuçlarla şekilleniyorsa silahlanma ya da mekân algısı da aynı gereğin sonucuyla belirginlik kazanıyordu. Akılcılığın henüz rağbet görmediği zamanlardaki ilkel-i insan ile günümüz insanı arasındaki derin farklılığa biraz da buradan bakmak gerekir. Oysa günümüz insanı için emniyet fıtri bir refleksten ziyade ontolojik bir hadise olarak gün yüzüne çıkmaktadır. Öyle ki bu hissiyat modern dönemlerde insanlığın başına türlü hastalıklar devşirecek kadar ilerlemiş ve psikoloji denilen uzmanlık bilimsellik başlığı altında bu hastalıklı insanın sağlıklı bir şekilde sisteme tekrardan entegre olabilmesi için devreye sokulmuştur.
Korku Fısıltısından Benzerliğin Aşırılığına
Günümüz şehirlerinin kurulumuna önayak olan mantalitenin temelinde de bu zihinsel değişimin izlerine rastlamak pekâlâ mümkün. Modern şehir güvensizlik hissiyle inşa edilmiş bireyci bir biçime sahipken klasik şehirleşme algısının daha çok toplumsal dayanışmayı hedefleyen çoğulculuğuna şahit oluyoruz. Evlerin inşasından şehrin bütününü çevreleyen mimari dokuya kadar hemen her yerde çoğulcu hareket duygusunun nişanesini gördüğümüz klasik şehir yapılanmasında toplu hareket etmenin emniyette olmayı garantileyen bir tarafı olduğu açıkça görülmektedir. Bu yapılaşmaya daha yakından bakıldığında “kendi kendine yetmek” ilkesi ile kurgulanan evlerden kendi kendine yetinme kabiliyetine sahip şehirleşme bütünlüğüne ulaşılır. Komünal birlikteliğin ister istemez mecbur kıldığı komşuluk algısı her ne kadar modern toplumda toplu konut olarak karşılık bulsa da gelmiş olduğumuz nokta itibari ile toplu konutta oturup komşusuz kalmak gibi bir garabetle ödüllendirilmiştir günümüz insanı.
Bugün kendi kendine yetinmek kabiliyeti, özellikle bireyden kopartılarak toplumsal hafızanın ulaşamayacağı bir yere bırakılmıştır. Bu anlamda modern toplumun hem zihinsel, hem bedensel hem de ruhsal anlamda gizli bir bağımlılık propagandası altında olduğunu söyleyebiliriz. Bugün internet ya da televizyonun girmediği ev yadırganır hale gelmişse elektriğin girmediği evin nasıl bir lanete uğrayacağı muhayyilemizi pekâlâ zorlayacaktır. Kapitalizmin pazarlamacılığa dayanan tüccar yüzü bir şeyin satılabilir olmasından önce o şeyin bir ihtiyaç olarak kabul edilmesi algısını devreye sokar. Bir şey algı katında ihtiyaç olarak topluma kabul ettirilmişse o artık satılabilir ticari bir değere dönüştürülmüş demektir. Satın aldığınız şey size güvende olduğunuzun hissini de beraberinde getirecektir algısı oturtulmaya çalışılıyor. Oysa modernitenin bireyin güvenli konforu için evlere soktuğu her kanal (elektrik, su, internet, telefon vs.)kendi başına bir felaketin de tetikçisi konumundadır. Bugün satın alınan her hizmet güveni değil aksine ölümcül bir riski de beraberinde getirmektedir. Böylelikle güven ve refah diye evlere sokulan her “boru” başlı başına bir bubi tuzağına dönüşebilmektedir. Elektrik ve doğalgazın öldürücülüğünün yanı sıra telefon ve internet gibi iletişim kanallarının kişinin takip ve kontrol edilmesini kolaylaştıran istismara açık uçları bu konforun güvenliğine fazlasıyla halel getirmektedir. Bu öyle çapraşık bir ilişki biçimidir ki; bir tarafta kendi saltanatını kurduğuna inanan bireyin özgüveni yükseltilirken diğer tarafta elde ettiği saltanatın kendi sonunu getirecek yetkinlikteki paradoksal çılgınlığı yatmaktadır. Kendi evinde kendi sonunun belirsizliğiyle cedelleşen bireyin güven duygusunda açılan yara kişiyi somut bir güvensizlik duygusuna itmektedir.
Modern dünya güven duygusunun canlı tutulmasına dayalı bir düzen kurmanın peşindedir. Vitrinde her ne kadar güven duygusuyla bir araya getirilmiş toplumsal birliktelik propagandası görünse de tezgâhın arkasında gizliden gizliye organize edilen bir korku vesvesesi hâkimdir. Korkunun soyut fısıltısı güvenin somut duvarlarında çimento vazifesi görebilir. Zira güven ancak korkunun varlığıyla kendine varlık alan açabilecektir. Ve elbette ki her şeyin zıddıyla kaim olduğu yerde güven duygusu da kendi zıddına bakarak rengini kazanacaktır. Korkunun olmadığı yerde güven ve itimadın olması başlı başına bir gereksizliktir. Korku ve güven zıtlaşmasının çaprazında kalan insan tabiatı fazlasıyla alt edebilmiş, bilimi ve ilerlemişliğiyle gökte ve yerde kadiri mutlak bir hükümranlığa yeterince ulaşmışsa artık yeryüzünde korkunun barınabileceği ne türden bir alan kalmış olabilir? Her şey dört dörtlükse hoşnutsuzluk nereden gelip insanoğlunu bulabilir? Bu modern hikâyenin mutlak hükümranlığa rağmen güvenin sürdürülebilir olması için korku nasıl yeniden üretilebilir? Ya da bilim ve tekniğin kontrolsüz gelişimindeki amacı bu soruların ardına düşerek aramak bir saçmalığa mı denk gelmektedir?
Benliğin Parçalanışı Ya Da Birey Denilen Yanılsama
En son homo homini lupus’ta takılıp kalmıştı büyük insanlık ideali. Her ne kadar günümüz dünyasının hümanistleri, çevreci, Greenpeace’ci ya da hayvan sever romantikleri tarafından bu ilke şiddetle reddedilse de düzenin devamı için herkesin gizlice akitleştiği bir görünmezlik gerçeği var bu iddiada. İnsanın insana kurt olma masalı mevcut sistemin işleyişi için bulunabilecek en güzel formüllerden biriydi. Ne tuhaftır ki aciz ve düşkün olan insanın birden bire “kurt”laşmasından bahsedilmeye başlanmıştı. Oysa asıl olan insanın kurt’luğu değil yem olma korkusunun getirdiği savunma refleksiydi. Yem olma korkusu kurt-insan örtüsüyle manipüle edilmişti. “İnsan insanın kurdudur” önermesiyle kendi canlılığını ancak başkasının ölümüyle sürdürebilmenin felsefi formülü bulunmuş ve korkuya dayalı güven inşası tekrardan devreye sokulabilmişti.
“Önce insan” safsatasıyla ışıklandırılan tezgâh, kendini hiçbir şekilde emniyette hissedemeyen kitlelerin şehvetine birey öncelikli bir düzen kurma fantezisi sundu. Geçmişle arasına mesafe koyarak parçacığa dönüştürülen çağdaş bireyselciliğin korkuya dayalı hoşnutsuzluğunu İsviçreli psikanalist Gustav Jung şu şekilde açıklayacaktı: “Ruhumuz ve bedenimiz, atalarımızda da olan bireysel öğelerden oluşur. Bireyin ruhundaki yenilik çok eski öğelerin sonsuz değişimlerinden biridir. Bu nedenle, ruhun ve bedenin yoğun bir biçimde tarihsel nitelikleri vardır ve bunlar bir varlık dünyaya geldiğinde, kendilerine bu yeni şeyin içinde doğru dürüst yer bulamazlar, yani atalarımızdan gelen nitelikler bu yeni şeyle tam uyum içinde değildirler. Günümüz ruhu çağdaş olduğunu savunsa da, insanoğlunun ne Ortaçağ’la ne Antik Çağ’la ve ne de ilkellikle işi bitmiştir. Buna karşın, bizi köklerimizden uzaklaştırdıkça artan bir gelişme seline kendimizi kaptırdık gidiyoruz. Çoğu zaman, geçmişten kopmak, geçmişi yok etmek demektir. Böyle olduğunda, ileriye doğru gitmekten başka bir olasılık kalmaz. Oysa medeniyetimizin getirdiği “hoşnutsuzluk”, köksüzlüğümüzün ve geçmişle bağlantımızın yitmesinin sonucudur. Sürekli bir telaş içinde, evrimsel geçmişimizin henüz yakalayamadığı günümüzden çok gelecekte ve onun getirmeye söz verdiği hayal ürünü bir çağda yaşıyoruz. Giderek artan bir verimsizlik duygusunun, hoşnutsuzluğun ve huzursuzluğun kamçılamasıyla, düşüncesizce yeniliklere doğru koşuyoruz. Elimizdekilerle yetinmeyip verilen sözlerle yaşıyor, günümüzün ışığı yerine, sonunda bize uygun bir güneşin doğacağını umut ettiğimiz geleceğin karanlığında yaşamayı yeğliyoruz. (…) Daha çok özgürlük sağalama umudu, devlete köle gibi daha çok bağlanmayı gerektirir; bu da umdun yok olması demektir. Babalarımızın ve atalarımızın arayışlarını anlamadığımız için kendimizi de anlamıyor ve bunun sonucunda birey, çekim gücüne kapılan bir zerreciğe dönüşüyor.”(1)
Evet, tam da Jung’un dediği gibi bugün hoşnutsuzluk ve korkuyla hareket eden bir insan tipi ortaya çıkarılmıştı. Bütünlükten arındırılarak zerreciğe dönüştürülmüş bir kimlikle tanımlanıyordu artık insan. Zerreciğe dönüştürüldüğü için her türlü merkezin çekim gücüyle şekillenen ve bir o kadar da kendinden emin birey’ler ortaya çıkmıştı. Merkezi olmadığı gibi öncesi ve sonrası da meçhul olan bu aceleci ve fazlasıyla meşgul mekanik aygıt kendi kendine yetebilirliğin özgüveniyle geleceğe ve yeniliğe adamıştı her şeyini. Oysa bir fantazmadan diğerine koşturulan birey her koşulda yeniden tasarlanıyor ve çoğaltılarak tekilliğin benzerliğine hapsediliyordu.
Her fantezi gibi bu da gelip geçici bir gölgeden ibaretti ve olup bitenin gerçekliği ancak perdenin arkasında vuku buluyordu. ‘Enformasyon bombası’yla zihni altüst edilen birey, kendine tanınan önceliğin sıradan bir devlet tutanağı olduğunu, kayıt defterlerinde gelişi güzel yazılmış bir isimden başka bir geçerliliği bulunmadığını gözden kaçıracaktı. Devlet denilen Leviathan’ın yaşam kazanabilmesi için bireyle erk arasında mutabakat yapılıyordu. Thomas Hobbes’un meşhur kutsal sözleşmesiyle diriltilen o düzen kurucunun sürekliliği için her birey koşulsuz olarak tüm haklarını bu canavarın kontrolüne devrediyordu. Böylelikle kişinin kişiye olan ontolojik hıncı düzen kurucunun elinde yumuşatılarak sözde güven yurdunun tesisi idame ettiriliyordu. Üretim koşullarının yeniden üretimi ile iktisadi boyutunu rahatlatan sistem, aynı üretim biçiminin tekrarına başvurarak Althusser’in tanımlamasıyla; “aynı zamanda kurulu düzenin kuralarına boyun eğmesinin de yeniden üretilmesini”(2) devreye sokuyor ve egemen ideolojinin sürekliliğine meşruiyet kazandırıyordu.
Tanrıların gazabından korunmak için kurban sunulan ilkel toplum düzeninden bireyin bütün haklarının bile isteye devredildiği kutsal sözleşmeler dönemine geçilmişti. İlkel insanla modern insan arasındaki tek fark birinin akıtılan kanına karşılık diğerinin attığı imzası olmuştu. Kendini devlet erkinin kudretli kollarına bırakan insan modern üretim biçimlerinin vazgeçilmezi olan fabrikasyon mantığında tek tipleştirilerek bireyselleşme tahtını elde etme olanağı kazanıyordu. Bilim ve tekniğin muhafızlığıyla kontrol altına alınan bilgilenme biçimi ise dünyanın her köşesinde aynı duyarlıkta tiplerin yeşermesi için can suyu oluyordu. Kopyanın kopyasına bile benzemeyen, benlik klonlama evresine geçmişti uygarlık. Benliğin inşasını tekliğe indirgeyen küresel erk, kişi kurgusunu geçmişle değil şimdinin gereksinimlerine göre tasarlıyordu. Medya, siyaset, bilim, eğitim, kültür, sanat ilh. bağımsızlık imajıyla kendini var eden her alan bu küresel erkin birer üretim tarlasından başkası değildi. Birey görünümlü zerreciklerin çocukluk evresi bu güdümlü tarlalarda kurgulanıyordu. Enformatik hız ise bireyin yetişkinlik dönemlerinin şekillendirmesinde kullanılıyordu. Böylelikle bu yaşlı dünyanın en ücra köşesinde bile aynı duygu durumla hareket etme birlikteliği elde eden bir insan modeli üretilmişti. Tasarı o kadar mükemmeldi ki hiç kimse Afrika steplerindeki insanla buzullar arasında büyüyen insanın kaygı ve güven hissiyatlarındaki aşırı benzerliğe şaşıramaz hale gelmişti.
Bu mükemmel tasarı en şaşalı hamlesini sanal iletişimin akışkanlığında idealize ederek kendi soyutluğuna daha sofistike bir kimlik kazandırıyordu. Virilio’nun tanımlamasıyla internetin anındalığı sayesinde, birbirleri nezdinde, “tele-varolan mümin cemaatler” oluşuyordu.(3) Bilgi gibi hız da her yerdeydi. Gerçek, yanılsama ile gönüllü değiş tokuşa girişmişti. Bilgi her şeydi. Hatta güç, ancak bilgi ile açıklanabilir bir kuramsallığa indirgenmişti. Hurafesini hakikate dönüştürmek isteyenlerin ağzında “bilgi güçtür” sakızından başkası dolaşmıyordu. Bu öylesine şımartılmış bir aşırılıktı ki; insan ister istemez, tarih içinde güce ve bilgiye bu kadar atıf yapan başka bir topluluğun gelmediği kuşkusuna kapılıyordu. Bilgiye dayalı güç modern insanın CV’sini süsleyen en kullanışlı hurafeye dönüşmüştü. Ve böylelikle çağdaş birey, acıktığında oturup yiyeceği en lezzetli helvayı puta dönüştürme becerisine yeniden erişebilmişti. Oysa asıl soru şu olmalıydı; bu tek tipleşme düzleminde senin bilip de benim bilmediğim ne olabilirdi? Herkese sunulan bilginin kırıntılarıyla açlığına azık arayanın varabileceği tasavvur gücüne ne kadar inanılabilirdi? Ve bireysellik denilen şey nasıl oluyor da herkesi aynı karaktersizlik düzleminde toparlayabiliyordu? Herkesi aynı bilginin sığlığında yüzdüren sistem bireysellik unvanıyla kişinin sürekliliğinin de baltalıyordu. Korkunun asıl kaynağı buradaydı. Kişi’yi zaman ve uzamdan kopararak atomize eden çark, bütünden ayırdığı parçacığa kendi kopuşunu bireylik olarak yutturmayı becerebilmişti. Öyle ki; bu parça- bireyin şişirilmesi durdurulmayacak, günü geldiğinde ise “tanrı parçacığı” tamlamasıyla mevcut erkin optik bir okuyucusuna dönüştürülecekti. Ve böylece birey, bütünden kopartılarak farkına varamayacağı bir iktidarsızlığın geçici sevincine hapsedilecekti. Oysa bir şeyin devamı olmama bir tür babasızlığı, babasızlık da en büyük endişelerden biri olan belirsizliği tetikliyordu. Tarihsizleştirilen insan zamansal aidiyetsizliğinin keyfini bir yere kadar çıkarsa da bir noktadan sonra kimlik olarak birey olmadığının farkına varacak ve karakterden yoksun bırakılmış bir sürünün içinde güdüldüğünün sezgisine erecekti. O artık bir şeyin devamı olmadığı gibi devam edecek bir şeyin de sonucu olamayacağını geç de olsa öğrenecekti.
Hızla çoğaltılan bilginin sunduğu manipüle edilmiş emniyet alanıyla güçlendirilen birey belli bir zaman sonra buradan da hoşnutsuz bir şekilde ayrılacaktı. Sığ bilginin geçiciliğinden hikmetin kalıcılığına yelken açmak atılımı boşa çıkartılıyor ve türlü ayartmalarla hizaya sokuluyordu. Böylelikle önüne çıkan her fırsat baltalanacak ve kendisinden çıkışsızlığı bir kader olarak kabullenmesi beklenecekti. Tarihsizleştirilerek zamandan kopartılan birey mekânsal olarak da sakat bırakılacaktı. İtimat telkin etmeyen canavarn dişleri arasında paçayı kurtarma hesapları yapan bireye dünya vatandaşlığı adı altında yeni bir güven kimliği verilecek ve her yerde olabilmenin hiçliğiyle elde tuttuğu tek sabitesi de silinecekti. Daha da ileri giderse cinsiyetiyle oynayacak; rengi, cinsi, dili, ırkı belli olmayan bir gudubete sokulacaktı.
İmandan Emniyete
Bu Kafkaesk karamsarlığın boyutlarını yazmakla bitiremeyeceğimizin farkındayız. Dünyanın gidişatını elinde tutanlar tarafından şekillendirilen modern yaşam biçimi olağanüstü bir bombardımanla zihin evrenimizi karartmaya devam ediyor. Akılla kalbi arasındaki bağı koparılan günümüz insan için her şey bıçak keskinliğinde birbirinden ayrılmış durumda. Soyut ile somut, fizik ile metafizik, sayısal ile sözel arasında açılan derinlik bir korku tüneli gibi uzuyor insanoğlunun önünde. Her şartta kendi biricikliğini korumaya şartlandırılmış bireyin amansız kalbi, adım attığı her alanda güvensizlik duvarına çarpıyor. Aşırı korunmacılık aşırı güvensizliği, aşırı güvensizlik aşırı silahlanmayı, aşırı silahlanma da aşırı ahlaksızlığı tetikliyor. Aşırılık domino etkisi yaratan çağdaş bir itibar meselesidir artık. Bugün yeryüzünde, konformist sunumuyla nefislerin şehvetini kamçılayanların telkin ettiği tek bir güven biçimi var; mevcut sistemin çarkları arasında bir diş olmayı kabullenirsen emniyet alanına da sahip olacaksın! Bu telkinin sahipleri için her kitle; güdülme potansiyelinin açığa çıkarılacağı bir operasyon alanı olarak görülmektedir. Bu algının yerleşmesi için her alan birtakım teknik detaylarla kontrol altında tutularak çıkışsızlık insan için gidilmesi gereken bir yön haline dönüştürülmektedir. Amentüsünü kaybetmiş küresel mistisizmin korku ve güven sarkacı arasında yumruklanan bireyine ne sunulursa sunulsun ontolojik olarak o artık kendini güven içinde hissetmeyecektir. Zira beklentisiz beklemenin hissiyatından koparılmış, mutlak olanın iradesinden uzaklaştırılmış olan kişi dünyada olup bitenler karşısında emniyetsiz bir alanda olmanın korkusuyla sürdürecektir hayatını. Tövbe dün korkusunun telafisinde önemli bir rolü yüklenirken iman ise gelecek korkusunu berhava edecek bir imkân olarak insanlığın kurtuluş kapısıdır. Bu iki kapının sunduğu imkândan uzaklaşmak ister istemez günü kurtarıcı zırhların ortaya çıkmasına zemin hazırlayacaktır. Emniyetin en sahih yurdu olan imandan kopmanın karşılığında aşırı güvenlik tedbirlerinden başka sığınacak yeri kalmaz insanın.
-
Gustav Jung, Anılar, Düşler, Düşünceler, Can Yayınları, İstanbul 2015, s.278
-
Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İthaki, İstanbul 2014, s:40
-
Paul Virilio, Enformasyon Bombası, Metis, İstanbul 2003, s: 113
* Bu metin Çilingir Dergisi’nin 2. sayısında yayınlanmıştır.