Yaz bunları! Bir vardı da, bir yoktu. Evvelin ahiri tokatladığı, suya gidenin susuz bırakılıp dolandırıldığı zamanlardı. Beşik kertmelerinde mahcup masal taşları asılırdı, bilmezdik. Annelerin bağdaş kurup, dut ağacı altında, çay içip gönenirken iştahla, komşularının etini özene bezene çiğnediği asırlardı. Babaların sakallarından mazot kokuları sarkardı. Jöle bulamadıklarında kamyon dingillerinin makaslarından aşırdıkları gres yağlarıyla saçlarını tarardı çocuklar. Parlak makamlardı, buse üstünde patlatılmış nihavend. Hafif yağda kızartılmış sucuklu kavurmalardı.
Çok bildim budalası aşırıların, bilimsellik külahıyla çıldırmış meddahların, peygamberine din öğretmek için yola çıkan ilahiyatçıların henüz doğrulanmadığı yıllardı. Yalandı dilini belağata dolayanların sözünde sırıtan kabarcık. Şeytan taşlamanın, okuyup üflemenin, üç gulhü bir elhamla korunmanın ihtişamıydı. Ölülerin kabirlerinden çıkardığı elleri vardı. Korkunun henüz ekranda soytarılaşmadığı, gulyabanilerin, ebegümecilerin, al karılarının, karabasanların hüküm ferma sürdüğü vakitlerdi.
Korku muazzam bir kilitti ve bir üst dil olarak devletten ta medreseye, kamuya uzatılırdı kızılcık sopaların ucunda. Asker postalları vardı. Toplumsal birleşip apolet severdik. Kimin sülalesinde bir albay varsa onu aşiretin reisliğine seçerdik. Her şeyin aslıyla malul olduğu, henüz öz’üne inilmediği zamanlardı. Kareli gömlekleriyle beyaz Toroslara binerken yel kaldırırdı kızların eteklerini . O meş’um manzaradan oğlanların içine kızartılmış demir parçaları akardı. Utanmanın ve irkilmenin haslığıyla, yüz kızarıklığının haysiyete karşılık geldiği yazlardı.
Rahleler vardı uçlarında Kur’an harflerinden yapılma bir gök uzanırdı pencerelere. Hoca tayfasının unvanıyla bilinmediği, mahalle abisi olarak önde gidenin öndeliğiyle kaldığı, serin sularla damıtılmış avlulardı. Cami bahçelerinde, sükûta dolayarak dillerini, Ahlat işi bastonlarına dayanıp ecelini çağıran ihtiyarlar vardı. Müzik yoktu ortalıkta, herkesin yüzünde kudsi bir tınının çınlaması çakardı. Diz çökmenin ve el öpmenin muteber olduğu, psikolojinin iş görmediği, klinik vakıaların görülmediği bir çağdı. Kim görmüştü ki kurtla kuzunun aynı safta iş tutuğunu, o gün de görüldüğü olmazdı. Nezaket, bir incelik hastalığı olarak ağırlanırdı sofalarda. Biraz incelsen “ayol sen nerenin asortiğisin” diye azarlardı burnundan kıl aldırmayan çirkin teyzeler.
Geceleri yol üstlerinde, duvar diplerinde gotik tarza özenerek çizilmiş çiş izlerine rastlamak hayatın olağanlığının en keskin ispatıydı. Bisküvi kokulu bakkallarda veresiye defteri denen bir iktisat artığı vardı. Halk denildiğinde lokum kokusu gelirdi akıllara, akide şekerleri gibi şeffaftı gözün gördüğü her manzara. Halk dediğin Haktan’dı, Hâlıktan’dı. Statükonun en beyazları olarak bilinen öğretmenler, yazı hususunda gösterilen alelusüllüğü aşağılayacağı zaman veresiye defterlerinden bahis açardı. Ezerlerdi sinekli bakkalların bisküvi kokularını ayak uçlarıyla. Onlara göre bakkalcılık eğitimsizliğin dibiydi de bu adamlar nasıl oluyor da böyle güvenli bir düzenin kurucusu olabiliyorlardı. Üç ekmek, bir gazoz yaz! Gazozu da ekmek olarak yaz. Yaz da babam laf etmesin akşama… Yaz aylarında, üç tekerlekli bisikletler üstünde antikiteden kaçıp da gelmiş adamların iç soğutan dondurmaları vardı. İftariye horoz şekeri diye çınlardı simsar çocukların gürültüsü sokaklarda gün boyu.
Kavga vardı, yumruk vardı. Akıbeti kırılan burun. Ter vardı, kir vardı. Yağlı bezlerle silinen çinko kaplar ve hiç bulanmayan mide taşıyıcılar olarak biz. Sıvacı komşularımız alınlarının terini getirirdi akşamları sokağa. Koklar koklar ağlardık. Bir fakirlik alameti olarak verem ya da çocukların tepesinde sallanan kılıca benzer bir şeydi kuşpalazı. Aspirin vardı, hoşaf ve ayran. Okunmuş sularla, muskalarla tazelerdik şifamızı. Daha on üçündeydim. Kimin hangi ırmağa karışacağını düşünmekle geçerdi zaman. Dünyanın hep böyle kalacağını, vardığım kıyılardan hülasa taşacağımı sanırdım. Sanırdım ki hırçınlık, bir ilik hastalığı olarak yapışıp kalacak yakama. Toz kokan okul sıralarında harçlıklarım yetmezdi hiçbir şeye. Dik başım ve alabrus traşımla, dizleri yamalı pantolonumdan utanır, topuklu ayakkabılarımla poz verirdim fotoğraflara. Behçet Necatigil henüz okunuyordu o yıllarda. Beyaz çorap kokardı paçaların dibi.
Yaz bunları! On üçünde evden kaçmanın günlerini yaz. Kar üstüne sardığı uyku genzindeki sızısıdır onun hâlâ. Evden kaçarak erken babalığa, yarısı kopartılmış hükümranlığa soyunması kekreydi, biçimsiz ve çelimsizdi. Kaçmanın, kaçarak kaybolmanın sosyolojisi henüz icat edilmemişken kendini babadan, tanrıdan ve devletten beri kılarak, hür tutarak yapıp ettiklerini, daha rüştünü bile ispat edememişken ergenlik, akıl ve baliğ olmanın sınırlarında hoy tutup hoylanırken terk etmişti her şeyi. Çocukluk ve ilk gençlik kayıp bir zaman gibi silinip bir kenara atıldı. An’ın gölgesinde yetişmenin sabrına dayanamayarak sınıf atlamıştı beş basamak ileriye. Korkuyu Beklerken’in sayfaları o gün açılmıştı. Peyami Safa’nın gözlüklerinden muzip bir pırıldama sızıyordu yoksulluğun sofrasına. Bakkalda gazoz vardı. Leblebi ve votkaya yatırılmış jilet izleri. Sarhoş olamamanın sarhoşluğu dolanıyordu damarlarında. Oldu bunlar, yaz bunları. Bitmeden olduların hikâyesi, bitmeden onları da yaz…