Kemal Tahir – Esir Şehrin İnsanları’ndan

 

Esir Şehrin İnsanları’nda çöküntü devrinin portrelerini çizer Kemal Tahir Bey. Namuslular ve namussuzlar olarak ikiye ayırır bütün tiplemeleri. Bir de yılgınlıktan arada kalmışlar vardır ki en hazini onların hikâyesidir. İşte Kemal Tahir kaleminden esirlikten kurtulmuş bir yedek subayın sarsıcı hikâyesi… Elvermez ki gözyaşı dökmeyesin.

“İçinde intikam hissi saklamak için insanın önce yılmamak gücüne sahip olması lazım. Bazısını şarapnel yıldırmaz da, sefalet yıldırır. “Ben artık bitmiş bir adamım!” der, buna da kendisini bir kere inandırırsa, insanın düşmeyeceği alçaklık çukuru kalmaz. Yılgınlık adamda hesap kitap, akıl mantık bırakmıyor. Bir yedek subay arkadaşım vardı. Çiçek meraklısıydı. Esir kampında, mutlaka iki konserve kutusunda, iki incecik yeşillik bulunduruyordu. Geçen gün rastladım. Bir kahveye oturup konuştuk. Muharebede o kadar pervasızdı ki eski çavuşlar onun takımına düşmemek için dua ederlerdi. Sanırsın, yüz kere denemiş de inanmış ki kurşun vurmaz, mitralyöz biçmez, gülle parçalamaz, tifüs öldürmez, açlık susuzluk insanı güçten düşürmez! Sporda bile öyle pervasızlık yapılmaz. Onun da bir kaidesi, hatta kurnazlığı vardır. Kuvvetlerini karşısındakine göre idare etmek ister. ‘Anadolu’ya geçecek misin?’ diye sordum. Zerre kadar utanç duymadan ‘Hayır,’ dedi. ‘Ben bu işe hiç karışmayacağım!’ dedi. ‘Doğrusunu ister misin, benim gözüm yıldı. Ben artık hiçbir işe yaramam,’ dedi. Annesine birkaç defa ölüm haberi gelmiş… Çünkü birkaç defa haftalarca düşman içinde kaldı. Hepimiz öldüğüne inandık. Sonra esir düştü. Gene öldüğünü söylemişler. Hatta ailesine aylık bile bağlanmış. ‘İstanbul’a döndük,’ dedi. ‘Bir akşamüzeri… Bizim mahallede bir yokuş vardı. Alacakaranlıkta bunu çıkıyorum. Bir yeldirmeli kadın da iniyor. Nedense annem olduğunu tanıdım. Bakkala yoğurt almaya gidiyormuş. O kadar heyecanlanmışım ki, duvara dayanarak bekledim. Benim hizama gelince, Anne! dedim. Bunu demedim, adeta inledim. Neredeyse ağlayacaktım. O da benim sesimi tanıdı. İsmail sen misin? diye sordu. Hani gereksiz sorular vardır ya, işte onlardan birisi… Yoksa beni tanıdı. Ne yaptı bilir misin? Elindeki kâseyi eğilip yere koyduktan sonra kucakladı beni… Biz ana-oğul öylece ağlaşırken yemin ederim ki aklı fikri, yere bıraktığı kâsedeydi… Aman kırılmasın! Ben kendimi yüzlerce defa, o kâseden daha değersizmişim gibi ölüme attım. Bunu sen gördün, bilirsin… Annem, mezardan geri gelen oğlu için, kenarı çatlak bir kâseyi –vallaha kenarı çatlaktı, eskici Yahudi iki kuruş vermezdi- yere atamadı. Sonra, akrabaları, dostları, komşuları, hemşireleri dolaştım. Hepsinde bu kâseyi yere atamama hali fazlası ile vardı. Harbe gidenler haklı olarak umursamaz olmuşlardı. Bir suretle yakalarını kurtaranlar ise bizim karşımızda vicdan azabı çekiyorlar, bu duyguyla yenilginin suçunu açıktan açığa bize yükletiyorlardı. “Sanki neye yaradı?” anlamına gelen bir alaycı, kırıcı bakışlarla bakıyorlar ki dayanılmaz,’ dedi. Bir şeyler söyledim. Hata ediyordu elbette… Ama bitmiş bir adama mantık kâr eder mi?”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir