Dinlenirken Neyi Dinleriz?

Can kulağıyla dinleriz de işitmeyi neyle yaparız? İşit’mek dediğimizde ses ile kulağın eşit’lenmesini mi kast ederiz? Can kulağı nedir, dinlemek neye karşılık gelir?

İşitmek, dinlemek ya da duymak aynı anlamın kapısına mı götürür bizi?

Lügat bize duymak kelimesinin geçişli bir fiil olduğunu söyler ve ekler; eski Türkçede tuy-mak; dokunma, koklama ve tatma duyularından biriyle sıcaklık, soğukluk, sertlik, yumuşaklık, tatlılık, acılık, ağırlık, hafiflik vb. nitelikleri “sezmek”tir. Çok açık, ortada ve belirli olmayan bir şeyi sezmek, var olduğunu fark etmek, anlamak. Hissetmektir. Bir ruh hâlinin etkisini üzerinde hissetmek, o hal içinde olmaktır: “Arzu duymak.”, “Bezginlik duymak.”, “İhtiyaç duymak.” gibi..

İşitmek de geçişli fiildir ve  eski Türkçede éşid-mek kulak yoluyla duymak anlamına gelir.

Dinlemek de böyledir. Tıngl-mak (tın+la-mak), diñle-mekişitmek için kulak vermektir.

Dinlemek, dinlenmek, dinelmek, dinç, tin tin, tin, tın ve tıngırtı… Elbette ki hepsinde benzer bir sesin tınlamasını duyuyoruz. Tüm bu ses benzerliği bir tesadüften mi ibarettir? Yoksa kelime, köken olarak aynı batından doğmuş olmanın kardeşliğine mi işaret etmektedir? Bakmak gerek.

Eski Türkçedeki “tin” kelimesi din’le aynı sesi çağrıştırıyor. Hatta Anadolu’da bazı yörelerde dinlenmek sözcüğü tinlenmek şeklinde harf bozumuna uğratılarak söylendiği malumdur. D harfi keskinleşerek t olarak çıkar ağızdan. Yine bazı yörelerde “binmek” kelimesi de “pinmek” şeklinde söylenir. Bin emir kipi, dudakta daha keskin bir hale dönüştürülerek “pin” diye çıkar. Tıpkı tuy’manın duy’maya, tin’lemenin din’lemeye dönüşmesi gibi. Kelimemizin kökeni tin ise o halde bu kökten filiz veren dallara çıkmak gerek.

Bir kavram olarak tin, felsefede ruha karşılık gelir. Ruh, can, cevher ya da öz. Dinlemekle ruh arasındaki irtibat da tam olarak burada açığa çıkıyor. Dinlemek bir eylem olarak, sesle işitilen bir sonuca bağlanıyorsa o halde bu aynı zamanda kulakla duyulan bir eyleme de karşılık gelmektedir. Duyduğumuz şey dinlediğimiz şeyden başkası değildir. O halde duyduğumuz şey bize nasıl ulaşır? Ses bir enerji türü olup maddesel boyutta katı, sıvı ve gaz halinde mekanik bir düzensizlikten ibaretse bu enerjinin bir yerden bir yere iletilmesi de ancak moleküller aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Yani boşlukta ses olamayacağı gibi yayılımı da söz konusu değildir. Netice itibari ile ses, yayılımını fiziki planda yapar ve havadaki moleküller aracılığıyla ulaştırır varlığını kulağımıza. Başka bir deyişle rüzgârla. Daha bir başka deyişle muhatabımızın nefesiyle. Kişi kendi sesini kendi nefesi aracılığıyla duyurur bir başkasına. Kendi sesi ile başkasının kulağı arasında bir eşitlik sağladığı anda işitme gerçekleşir.

Bu ise sonuç olarak yine ilginç bir benzerliğin birlikteliğine ulaştırır bizi: Nefsnefes birlikteliği! Dolayısıyla duymakta olduğumuz ses aynı zamanda sesin sahibinin nefesini de dikkatimize sunmuş olur. Nefes alıp vermek bir canlılığa, bir nefse yani bir ruha tekabül eder. Bu da bizi “Biz ona ruhumuzdan üfledik” ayeti kerimesine götürür. Muhakkak ki bize üflemesiyle “tin” bahşedenin kudreti, o nefesin sesini dinleme melekesini de beraberinde bahşedecek sonsuzluktadır.

Dinlemek buysa, o halde dinlenmek nedir? Dinlemek ile din-len-mek arasında nasıl bir bağ vardır? Dinlenen kişi neyi dinlemiş olur? Dinlenmiş olanın dinç’liği neye karşılık gelir? Çalışmaktan yorulmuş birine “git dinlen” dediğimizde ona neyi işitmesini ya da neyle eşitlenmesini önermiş oluruz? Dinlen dediğimize aynı kelime kalıbı içinde dinle de demiş oluruz. “Dur bi dinle” deriz bizi anlamasını istediğimiz kişiye. Durmayı ve dinlemeyi aynı kalıpta kullanırız hep. Koşarken dinleyemeyiz, yürürken dinlenemediğimiz gibi. Dinlemek durmayı bir anlamda dinlenmeyi gerektirir. Dolayısıyla “git dinlen” dediğimiz kişiye kendi nefesini, kendi nefsini, kendi cevherini işitmesini de önermiş oluruz. Zira uyuyan ya da dinlenen kişi kendi özünden, kendi nefs ve nefes’inden başkası ile beraber değildir. Dinlenmek kendi nefesini, nefsini, sesini dinlemektir. Dinleyen dinlenir. Dinç kelimesi eski Türkçede “tınç tın-mak”,“dinmek; dinlenmek” anlamına gelir. Gücü kuvveti yerinde, sağlam, diri, zinde olana işaret eder. Bu yüzdendir ki dinlenen kişi kendi özüne dönüp dindiği için aynı özün kuvvetiyle dinçleşir. Alegorik bir gösterge olarak Van Gogh’un kulağını kesmesi acaba bu dinçliğe erişebilmek için tüm dış seslere kendini kapatmasının zorunlu bir gereği midir?

Tin tin tini mini hanım” diye bir betimlemenin türküler vasıtasıyla dilimize girmiş olması da tesadüf değildir. Kendi kendine, kendinde olanın küçüklüğüne yapılmış vurguların en güzel örneklerden biridir bu türkü. Tin tin yürümek, tingirdemek, kendi halinde sessizce yürüyeni işaret etmiştir hep. Kendi sesinden, kendi nefesinden başkasıyla ilgilenmeme halinin betimlemesidir bu. “Tin tin yürüme” derken yanımızdakinin daha hızlı olmasını isteriz. Tin tin yürümekle ruh gibi yürümek arasında amiyane bir anlam inşa edişimiz de bu yüzdendir. O yüzdendir ki dalgın dalgın, kendi cevherine dönmüş, kendi nefsi ile oyalanır vaziyette yürüyeni tin tin kelimesi ile gösteririz.

Bu anlamda tın’ı da sesi işaret eder tıngırdamak da. Rüzgâr ile kulağımıza gelen telin veya herhangi bir sürtünmenin çınlama sesidir ki canlılığın en belirgin halidir bu. Tıngırdayan şey canlılık alametini, bir ruh taşıdığının işaretini verir bize. O yüzdendir ki müzikle ruh arasında bir bağlantı kurulmuş ve müzik ruhun gıdasıdır denilmiştir.

Tin ruhtur. Dolayısıyla her işi baştan sona saran tin’dir din. “Para adamın d(t)ini olmuş” derken adamın özünün paradan başka bir şeyle meşgul olmadığını ifade etmiş oluruz. “Falan kişi İslam dininin müntesibidir” dediğimizde de aynı yere işaret eder ve onun bütün işlerini çekip çevirenin İslam olduğunu vurgulamış oluruz. Yani kişi hangi tinle çevrelemişse işlerini, o tin, tüm işlerini sarıp sarmalayan ruha,  din’e dönüşmüş olur. Ve biliriz ki ruh  üflenmiş olan bir şeydir. Tıngırdayanın tınısı üflenmiş olan nefesin verdiği canlılık dolayısıyladır. Dönüp dolaşıp üflemeye, nefse ve nefese gelmiş olmamız bu yüzden şaşırtıcı değildir. Çünkü her şeyin oluşunda Kûn Fe Yekûn’un, “ol” deyip “olduran”ın cevheri mevcuttur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir