Bir Başka Mıymış Benim Memleketim

Bir Başkadır Benim Memleketim şarkısını bugün bilmeyen yoktur. 70’lerin başında Ayten Alpman sesi ile piyasaya düşen şarkı, melodisindeki o yabancılık hissiyattan mıdır nedir millet nezdinde pek makbul bir karşılık bulmaz ilk çıktığı zamanlarda. 1974’te Kıbrıs Harekâtı patlak verince şarkının sönmeye yüz tutan kaderi bir anda değişmeye başlar. Savaş sadece birilerini zengin etmekle kalmaz, bazen hiç beklenmedik kavramları, hiç beklenmedik soyut değerleri de olduğundan fazla bir mertebeye yükseltir ki; bu şarkı da milyonlarca benzeri arasında böyle bir örneğe karşılık gelir. Elbette ki her askerî harekât gibi Kıbrıs Harekâtı’nın da kendini temsil eden bayraklaşmış bir ezgisi olmalıydı! Böylece cephede askerî galeyana getirip, cephe gerisinde ise milleti tetikte tutacak bir zor zaman tutamağına ihtiyaç duyulur. Mehter’in adını tarihten kazımaya ant içenler, Türk musikisini kânun yolu ile yasaklar arasına koyanlar, çareyi “Memleketim” şarkısında bulurlar birden bire. Peki, bu tesadüf müdür? Değildir elbet. Dönemin hükümetinde söz sahibi olanların kimler olduğuna ve beraberindeki kalabalığın temayüllerine bakınca meselenin künhüne vakıf olmak kâfi. Dönemin erkini elinde tutan kudretliler, mezkûr şarkıya yepyeni bir işlerlik kazandırmaya başlarlar hemen. Erkân-ı devletimiz onca marşımızın, onca türkümüzün, onca musiki geçmişimizin milletçe hissiyatımıza tercüman olacak kuşatıcılığı bize veremeyeceğine inanmış olmalılar ki; bu şarkının, bizi mayalayıp bir arada tutan kurtarıcılığından medet umar hâle gelirler. Müzik de diğer birçok aygıt gibi yerine göre en etkin, görünmez ideolojisi olmuştur bazen devletlerin. Bu şarkı da, devlet eliyle gerekli ideolojik göndermeler yükledikten sonra, TRT aracılığıyla millet gündemine sokulur. Sıkıysa sevme! Sıkıysa duymazlıktan gel! Duyacak, hatta duymakla kalmayacak, üstüne bir de seveceksin! Yeri geldiğinde resmî kutlamanı bu şarkıyla yapacaksın. Millî sevincini, birlik beraberliğini bu şarkının manalı göstergesinde görünür kılacaksın. Şarkı böylece şöhret edilir. Olur da “Yahu iyi de bizim binlerce yıllık musikimize hiç benzemiyor bu şarkının tınısı?” türünden sorular gelir korkusuyla kulpunu da yanında taşıtırlar. Kulp hazırdır, anonim denip geçilmesi soruları bertaraf etmeye yeter sayılır. Naim Dilmener’in programına konuk olan Şalom gazetesi yazarı Robert Schild’in itirafına kadar sürüp gider bu “anonim” yalanı. Meğer Memleketim adlı şarkı anonim falan değilmiş. Melodi olarak Yiddiş dilinde söylenen Yahudi halk şarkılarından birinin tercüme hali imiş. Otuz yıl boyunca güzelim memleketin başkalığını, başkalarının ağzıyla söylemişiz de inanan pek çıkmamış, o ayrı! Bu hikâye şimdilik şurada dursun da biz asıl meselemize geçelim.

“Bir Başkadır” dizisi, herkes gibi benim de etrafımda çok konuşulmaya başlayınca kayıtsız kalamadığım yapımlardan biri oldu. Oturup bir solukta bitirdim sekiz bölümün tekmilini birden. İlk başlarda diziye kendimce birtakım anlamlar yükledim, ön yargılarımı da işin içine katarak. Fakat bölümler ilerledikçe yüklediğim anlamlar birer birer buharlaşmaya başladı. Zira Netflix gibi bir platformda, özellikle bir Türk dizisi oynatılıyorsa “Beklenmedik numaralara hazırlıklı olmak gerekir.” refleksi ile daha diziye başlamadan gardımı almış bulundum. Bu doğrultuda etraftan toplanmış, çeşitli sosyokültürel katmanlardan alınan istisnai parantezlerle çoğaltılmış görüntüler toplamından birtakım politik işaretler çıkarılacağını, oradan da bir Türkiye okuması yapılacağını bekliyordum. Ancak herhangi bir politik mesajı olmayan, derme çatma görüntülerden oluşan dağınık bir fotoğraf albümüyle karşılaşmış gibi oldum.

Sekiz bölümden geriye, politik olarak sadece İsmail Cem’in “Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi”nden başkasının kalmaması meramımı anlatmaya yeterdir sanırım. Zira yönetmen, hiçbir yere bağlanamayacak tonlarca görüntüyü ipucu diye önümüze atıp ortalıktan sıvışmış gibiydi. Peki dizi, bu hâliyle dahi olsa hiçbir şey söylemiyor muydu? Hiçbir politik işaret, gündelik siyasete dair hiçbir göndermede bulunmuyor muydu? Elbette bulunuyordu! Fakat bu göndermeleri başı sonu belli olan bir minvale koyamadığından, anlatılan hikâye, belirsizlik üzerinden yürütülen depolitik bir maskeyle ilginçleştirilmeye çalışılıyordu. Yani gösterilenden çok gösterilmeyenin baskın hâle getirilmesi türünden bir ters köşe hâli. Politik olanın doğrudanlığındansa depolitik olanın çalıyı dolanan boğuk anlamı tercih edilmiş, kör göze uzanan parmak örtük bir anlam olarak daha işaretini çekemeden uzandığı yerde kırılıvermişti. O yüzdendir ki Netflix’in olmazsa olmazlarından olan eşcinsellik unsuru bile alelade gösterilmektense örtük bir şekilde gün yüzüne çıkarılıyordu. Hem de bir imamın kızı üzerinden.

Dizinin gerçekliği yansıtmadaki teknik hataları ve bilgi noksanlıkları açısından düştüğü yanlışları konuşarak vakit kaybedecek değilim. Gündelik hayatta yaşananlarla dizide gösterilenler arasında dünya kadar fark olduğu da az buçuk toplumu bilenler tarafından zaten görülecektir. Bunlar teknik anlamda gerek sinemamızın gerekse dizi sektörümüzün ayrı bir karikatür tarafıdır ki artık gülünmeyecek kadar pespayeleşmiştir. Hâlâ namazı tadili erkânı ile kılan, kılarken acemilik çekmeyen bir sahne görmüş değiliz mesela. İmam diye gösterilen adamın kıldığı namaz, hayatında ilk defa camiye girmiş birinin kıldığı namazdan daha acemice! Oyuncular az biraz olsun bu mevzulara çalışsalar diyeceğim ama nerede! Nasıl olsa alışmış izleyici rükûa varmadan secdeye giden, selam verir vermez ellerini göğe açan namaz kılma hâllerini. Neyse geçelim.

Anadolu’dan İstanbul’a göçmüş, şehrin kenarında oturan bir ailenin merkezinden başlatılıyor Bir Başkadır’ın hikâyesi. Bildik kontrastlarla yan hikâyelere geçiş yapılıyor. Çelişkiler, zıtlıklar, trajikomik hâller, sınıfsal geçişler ve sosyoekonomik farklılıklar üzerinden bir bütünlük oluşturulmaya çalışılıyor. Sonuna geldiğimizde ise Ferdi Özbeğen müzikleri ve Maurice Pialat belgesellerinden 70’li yılların İstanbul’una dair görüntüler kalıyor hafızamızda. Seçilen müzikler ve jeneriğe konulan ara görüntülerle merkeze alınan hikâyeler arasında paralel bir anlam birlikteliği kurulmaya çalışılıyor. Ferdi Özbeğen bu anlamda hikâyenin önemli bir tamamlayıcısı olarak yerinde bir seçim. Zira yabancı şarkılara Türkçe sözler yazarak kariyerini zirveye taşıyan, cinsel yönelimi ve yaptığı şarkıların çeşitliliği açısından Ferdi Özbeğen ile anlatılan hikâyeler arasında kurulan geçişkenlik, Doğu ile Batı arasındaki o çarpık irtibatımızı da göz önüne çıkarması açısından önemli bir temsil. Hikâyemiz birazda Ferdi Özbeğen’e benziyor aslında; ne tam Batılı ne tam Doğulu! Ne tam erkek ne tam kadın, ne tam beyaz ne tam siyah. İkisi arasında sündürülüp uzatılmış eciş bücüş arabesk bir varlık.

Hikâye, daha onuncu dakikasında periferiden merkeze akan bir tarafta olduğunu duyumsatıyor izleyiciye. Kenar mahallelerden zengin semtlere geçileceğini ve dikkatimizin bu iki yaşam arasındaki derin farklılıklara çekileceğini anlıyor ve ilerliyoruz böylece. Gecekonduların, yüksek rezidansların, çarpık kentleşmenin, ideolojik kamplaşmaların ve birden bire sınıf atlayan alt kültürlerin öne çıkarılması ile İstanbul’un başından beri süregelen köylülüğüne sayısız vurgu yapıldığına bu zıtlıklar üzerinden fazlasıyla şahit oluyoruz. Yetmişli yılların gündelikçi kızları hangi kültürel katmandan çıktılarsa 2020’li yılların gündelikçi kızlarının da ayını kesimin mutfağından çıkacağına gizliden gizliye işaretler alıyoruz. Rezidansta oturup ne idüğü belirsiz bir nihilizmle boğuşanından Robert Koleji’nden mezun olup yurtdışında master yapanına, beyaz yaka kartvizitiyle fitness salonlarında göbek eriteninden lüks cipi ile köşeyi dönmüş sonradan görmenin küstah kibrine kadar hepsinin kökeninde hep aynı şeyin yattığına işaret ediliyor: Köylülük.

Sınıfsal bağlamı ne olursa olsun, ele aldığı her karakterin benzer bir karanlık tarafla boğuştuğuna dikkatimizi çekiyor, çoğunlukla yönetmen. Dizide Gustav Jung üzerinden yapılan psikolojik göndermelerle, gölge benliğimizle olan çarpışmamızın aşılması hâlinde işlerin rayına oturacağına, her şeyin güllük gülistanlık olacağına inandırmak isteyen naif bir çabayı da fark etmiyor değiliz. Yönetmenin yüksek iddialarda bulunmadığını pekâlâ biliyoruz. İdeolojinin perspektiften sosyolojik okumalar yapmadığı gibi üstenci bakışın beylik tanımlamalarını da boca etmiyor üstümüze. Yönetmen sadece farklı kesimler arasında gezinirken topladığı donelerin benzerliğini masamıza usulca bırakarak bize bir yeri işaret ediyor: “Alışın!” diyor, “İçinizdeki o büyük köylülüğe, çarpık Batılılaşmanıza, önümüzde uzayıp giden manzaranın olağanlığına artık alışın!”

Çünkü çok yüksek okullarda okuyup havalı işler dahi yapsanız sizin üreteceğiniz feminizmin kapısı eninde sonunda bir erkeği arzulamanın eşiğinden başkasına açılmayacaktır. Bilimin “şaşamaz” ölçüsüne taparcasına iman eden rasyonaliteniz, her ne kadar başörtüsü, imam gibi metafizik çağrışımları olan unsurları gördüğünde çıldırıp çığırından çıksa da pozitivist aklınızın o buz gibi gerçekçi ahlakı, bunaldığında gidip Güney Amerika’daki şamanlarla “ayahuasca” seremonisine katılma isteğinden asla vazgeçecek değildir. Siz gidip “Korunaklı olalım, diğeriyle aramıza mesafe koyalım.” mantığıyla dini bütün bir hassasiyetle gettolarınıza sığınsanız da yaşadığınız hayatın gerçeği sizi gece kulüplerine bodyguard olarak dikmeye devam edecektir. Siz ne kadar yeniliğe, gelecek olanın getirisine kulak kapatıp ahiret rüyaları görseniz de karşı olduğunuz düzenin gerçekliği evinizin içinden, dergâhınızın penceresinden uç verircesine kendini dayatmaya devam edecektir. Dolayısıyla alışın! Yüzyıllardır kendinizle ettiğiniz kavga çocuklarınızın nutkunu kesti. Kavgalarınıza kurban ettiğiniz İsmailler artık konuşmuyor! Tecavüzcünüzle yüzleşmediğiniz, içinizdeki faşisti görmediğiniz, Oedipus komplekslerinizle hesaplaşmadığınız sürece travmadan kurtulamayacağınızı anlayın artık. Başınızı taştan taşa vurmaktan vazgeçip ve anlayın. Gidin ve yüzleşin; karanlığınızla, tecavüzcülerinizle, korkularınızla.

Sonuç olarak yönetmen -her ne kadar Sinan gibi bazı karakterler sönük kalmış olsa da- çoklu anlatım tekniği üzerinden keyifli bir seyir sunuyor izleyiciye. Parçaları birleştirdiğimizde tam şudur diyeceğimiz bir anlama ulaşamasak da ilk sezon, Türkiye’nin 2000’li yılların başına denk gelen Ak Partinin liberal söylemine benzer bir özdeşleştirme ile hitama erdiriliyor. Muhafazakâr kesimi sevimli bir sempatiklik içerisinde gösterse de, bu kesimi derinlemesine tanımadığını da anlıyoruz yönetmenin. O yüzden etraflı bir derinlik bulamıyoruz karakterler üzerinde. Klişeler üzerinden kuruyor kenar mahallenin acılarını ve sonu tecavüze çıkan bir kaba sabalığa sokarak renk vermek istiyor hikâyeye. Bütün bunların yanında muadillerine oranla her kesimi kucaklayan, Beyaz Türk’ün acısına da kenar mahallenin imamına da kulak kabartan bir kuşatıcılığın çırpınışlarına şahit oluyoruz.

 

Fakat daha iyi tanıdığı kendi çevresi için çok fazla yumuşak davrandığını söyleyemeyiz. Özellikle Peri karakteri üzerinden ağır bir eleştiri bombardımanına tutuyor “Beyaz Yaka”nın renksizliğini. Oturmamış Batılılaşma tripleri ve yaşadıkları yere karşı duydukları yabancılaşmanın içlerinde büyüttüğü faşizmi, neredeyse aşağılar biçimde suratlarına çarpıyor. Sinan’ın bunca renksiz, tatsız tuzsuz olması da aynı eleştirinin acımasızlığından pay almışa benziyor. Ne iş yaptığı belli olmayan, sabah akşam cinsel fantezilerini doyurmaktan başka hiçbir dişe dokunur yanı bulunmayan karakterin annesi ile karşılaşması ve bu karşılaşma sonunda baba nefretinin açığa çıkması ise ayrı bir hırpalama biçimi olarak önümüze düşüyor.

Tüm bunları birleştirildiğimize şuna varıyoruz. Evet, Meryem’i tanıyoruz. Ali Sadi hoca da yakinen tanıdığımız bir sima gibi etrafımızda dolaşıyor. Yasin desen her gün gördüğümüz mahallemizin ağabeyi. Peri’yi de tanıyoruz. Gülbin’i, Sinan’ı. Hikâyeleri de az çok tanıdık gibi. Hepsini tanıyoruz fakat hikâyelerin derininde çağıldayan o tınıda bir eksiklik var sanki. Tutmayan, eğreti, yabancısı olduğumuz, bizi sarsmayan, yok canım dedirten bir tını. Başkalarının melodisine benzeyen, bizim dediğimiz kodlarla uyuşmayan bir tını. Şarkıyı anlıyor, sözlerine bir karşılık bulabiliyoruz. Fakat melodideki o yabancılık kulağımızı tırmalayıp duruyor. Hah işte o tını, o başkasının ağzından bizi tanımlara sokan tını! İşte buna alışamıyoruz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir