Oyun daha sürecekti erken dağıldık. Pis bir peştamal bağladılar dilimizin örsüne. Sen oranın kemik öğüten iklimlerinde, bir serabın huyuyla toplarken eteklerini, makyajını değiştirmekle kendini bulacakların heyheyiyle, cedelleşip kılıç vurduk dağa taşa gün boyu. Rimel çektik çekikten gözlerimize. Gülkurusu günlerin kokusuna vurdukça zırıldayan mızıka, zonklayan damarda azıtan ritim ve kınını tırpanlayan kılıçla öldürülen ses. İrkinti ve öç surelerinde büyütülen büyük ölü. Örs ve masat ve boyunlarını keskinin hıncına dayamakla hazlanan buğday başları.
Irza kırılan çubuklarla dövülünce sırtımız, cengin de rengine kan karışıyormuş nerden bilelim? İnsanmışız ve kan taşıyormuşuz birinin elinden bir diğerinin çeşmesine. Nerden bilelim, balçığa bulanmış içimizin gizli yerleri? İçte ciğer kokusu, dalakta bekletilen şişkinlik. Bu sükût, bu her şeyi kendi benziyle solduran sessizin ahengi, bir şiirden bir başka şiire açılan kapılar gibi şekilsiz, biçimsiz, paçavra cümlelerle toparlayamadığım, üfleyip çıkaramadığım sur sesleri arasında boyundan posuna devrilmiş gövdeler kuruttum yapraklarımda yok yere. Yedi düvelin anasını emziren haset, tâ Havva anamızdan bu yana koşmakta olan neyse, aynı çenenin sertliğiyle, aynı ağzın kelimeleriyle, aynı dişlerin iziyle, ısırık ve tat ve dili kepazeye döndüren mayhoş serinlik.
Konuşsaydık, ah bir konabilseydik bir kezliğine de olsa odasına konukluğun, serpilip boy veren mısır tarlaları gibi tekinsiz yurt tutardık peygamber dualarını belki de? Bize de bir iplik uzatmış olmalıydı tarih, yumuşak, pamuk lenflerinde yoğrulan bir geçişle, buralarda bir yerde ansızın karşılaşabilmeliydik, belki de başka bir kaderin çemberinden geçerek günümüze, evrile evrile bir kıymık gibi batırmazdı zulmetini bu mendebur dünya etimize. Şirpençe, irin taşları, gerçeğin zihni betonlaştıran saflığıyla meşhuruz.
Biz bu çağın kudurmuş kazanlarında, katran yutarak büyütülüp kırılan, geçişsiz, naylondan nesneleri olarak yunduk yüzümüzü, yuttuğumuz hurdalığın kusmuğunda, fırlatılmış atmık, kaba fosseptik tezgâhlarında bakadururken çıplaklığına karşı göğün, seni gördük. Çapaklandık. Silme göz, silme kaş, sile insan olarak bildik bildirdiklerini hallice. “Ellerin ne güzeldi” dedik, sözlerin tüy hafifliğinde bir kement. Doladık boynumuza o ağır ticaretin sermayesini. Dona kaldık zemherisinde ayazın. Zebercet ve yakut, inci ile mercan kuru taşlara bulaştırdı yüzünü. Dilin bir inci gibi dizilirken kelimelerin gerdanında usulca kendi hikmetini tepelemekle dövünenlerin dizinde büyütülen hınç nasıl da eridi senin süt kokan terine sararak kundaklarını.
Bin yıldır saklanan sır, bin yıldır akıtılan kana karıştı. Kurudu kuyuya düşen yaprak. Kuyudan çekilen su, denizi avuçlayan bulut, uçtu, kör bir kadının yaşmağına yasladı ahını. Biz bu çağın yüzünü, çerçöp arasında köpük olmayı evvel ödül sananların kiriyle yıkar iken, geldin, örsüne yatırarak dövdün etlerimizi, hikmet ile yontarak gövdemizi, çukur kazdın kalbimize. Çiçek tarhları, bal arıları… Şenlendi ahir ömrümüzde şu çulsuz dünya.
Kibir de neymiş? Hangi sığırın kuyruğuyla, kimin ölüsüne vurdun da dirildiğini gördün? Şahidi olmadığımız suçların mahkemesinde ağza geçirilmiş çuvallar gibi nezaketsiz, büzülüp atılası yem fosilleri. Tanrıya uzatılmış değenek gibi işaret parmakların tehditkâr, sordun, sordun. Hep yanlışı sorarak doğruyu arama tercihin neden? Doyarak, kanarak, azarak azalttığımız her şey biraz daha yükseltiyor açlığın kalkanını. Alçaklık. Güneşe bir mızrak boyu yaklaşmak, ıslanmak kırk günün ikindisinde yağmurlarla. Anzavur nöbetleri, gâvur kokularıyla kırbaçlanan leşimiz, dirilmedi, İsa geçmedi kapımızdan, hınzıra Hızır nazarıyla bakmanın körlüğü değdi bakışlarımıza. Sen orada o naftalin kokularınla, ipeğe sarılmış kılıç, öpülüp koklanmış çocuk yanakları, toy ıslıkları, ölmüş dedelerimizin yadigârı gibi kehribar! Senin parıltından dağ keçileri beslendi, kurtların sesine karıştı durulanan gökyüzü. Homurdandıkça homurdanan ve sonsuz uykusunu alana kadar oyununu sürdürecek hoyratlığın tenhasına savuştu ortalık adamları. Hızarlarla, kerpeten ve tornavidayla soldurdular bak tenini. Bizse kala kaldık kalmanın yokuşlarında. Kala kaldık, bir utanca bürünerek uzanan avazına sessizliğin.
Babamı hatırlamıyorum. Annemin yanaklarında korkunun sakalları asılı. Kardeş katliamları, su kavgaları, asırlardan daha uzun yaşamanın bitmeyen acıları. Su sarnıçlarında plastik kaplarla boyunu katılaştıran kızların hatmeye oturmuş hallerinde o gizli şeyhin dehşetengiz rabıtası akıyor. Leçeklerinde fukaralığın mahremi. Zar akıyor, ağızlarında kuşkonmaz tadında bir ilkellik yeşili. Tevili yapılmamış hurafe, tahrif edilmiş hükümleri Allah’ın. Bozmanın ve yeniden kurgulamanın sanatıyla ellerini nasırlayan pelteklik! Ey seni bildik! Ey seni hor ve hakir sevmenin sahihliğiyle, Hira’dan Turi Sina’ya, Ganj’dan Kızıl Deniz’e kadar gizledik. Sendin o kör kuyuları güzelleştiren Yusuf, yarayı kutsala bandıran Eyyub, sözü sırla süsleyip halka indiren Yunus dili.
Yakam hiç çözülmedi. Çözmediğim yakamdan, yazgıya benzer bir cümle kuruyorum. Yuları kopmuş develer gibi kervanını yitirmiş, kendi kalabalığıyla çıldırmış, meczup dirilerin arasında ölümden put yontuyorum. Daha ne kadar, daha ne kadar sürecek bu sürek avı, bu cedel, bu pres makinalarında pula çevrilen ömür. Bir nefes daha ileri atılabilmek için gayretim olsaydı. Ah bir gayretim olsaydı da biraz daha ölseydim. Orada, o bilmezliğin süzme pırıltısıyla nefsini süsleyen adamların hoyratlığı değseydi bana. Toz ve kir, bu steril kalmışlığın yolu olsa ne olmasa ne? Çelik paletleri altında ezilirken, düştüğüm dünya telaşı, edepsizce kanayan bir yarıktan ruh karalanıyor sathında yeryüzünün. Bildik bir pansumanın harcıyla durulanabilseydi keşke bu acı. Ham acı, has acı, hassas acı. İçre acı, dışra acı! İç içre içerlenen acı!
Akmasaydı içimden dünyaya doğru bir nehir, barışık kalabilseydim beni tartmak için karşıma dikilen gözlerin hıncıyla. Bu hinoğlu hinlikle menfez kazan, ölü gömen, inşa eden, bozan, yıkan, kan döken, kara buluttan ak buluta, gökten yere, yerden göğe her koşulda kendi varlığı ile dünyanın dönüşü arasında müstesna bir denklik kuran biz yeryüzü tohumları! Gözyaşı ve katmer. Ve uluya ululanan insan seğirmesi. Artıklar, kalburüstü put yontucuları! Aklın evvelliğine iman etmekle etini billurlaştıran şol natık-ı müstesna. Koyulttuğun yerdesin, dün ile bugünün, akıl ile gönlün, dünya ile ahretin arasında bir yerde sürekli emdiği göğüsleri ısırarak semiren, bey pozları vermekle başı göğe erişmiş, pastel boyaları arasında, her sözüyle dudağında bir kibri büzen. Düzen kurucuların büzüşen kalplerinde çocuk masallarından eleğimsağmalar açmak için geldin. Geldin de gelişini çelenklerle, dipdiri erlerle, yeni doğmuş bebeklerin diliyle kutlamadı hiç kimse. Bir pense dayadılar etle tırnağın bitiştiği yerlere. Eşiklerde bıraktılar senin yüksekliğini. Baktınsa da, çarmıhta gerili bir Hristiyan aklıyla yorumladılar bakışını kusursuz. Kutsal kâselerinden dudaklarının ucuna köpürdedi zakkum kökünden süzme zehir. Çatlattı dudaklarının rengini. Geride pos bıyıkları ile salaş mekân, sallantılı bir haç kırıntısı. Prizmadan geçirilmiş ışık, saçlarının parıltısında ayrıksanan on altıncı asırdan kalma bir Rembrandt. Lazarus’un Yükselişi ya da Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde kendi hinliği ile kaybını arayan hikmet.
Bey oturdun, beyce durdun, bey oldun. Bir daralma çağıydı bu içtiğimiz zehabın şerbeti. Kımıl kımıl kaynamaktan, sıkılınca fotoğraf çektirmekten, yazmaktan, okumaktan, görmenin kulları, bilmenin ve bildirmenin kulları olarak biz, ey görklü dünya içre suyunu şaraba çalan! Zaman bulunca yaltaklanmaktan yatak, egodan şişme adam, etli butlu nefes yapan! Daha daha nicesin? Kindesin, kemiktesin! Kem gözün garabetinde ölüne çalınmadı henüz. Derine göz dikenlerin sofrasında tavlandı kevgire çevrilen ruhun. Ellendi, hepten mayıştı inceliklerin. Ne sandın, nice sandın? Zilzurna keyfe kederliğinle peygamberliğe soyunan kezzab. Bir ateş çukurunun dudağındasın, düşsen seni kim kurtaracak?
Benimdir, elbet benimdir bu tabloya çivilenen suret, tahnit edilip kefenine kâfur saçılan ucube. Oy sırma saçlarında öldüğüm, dirisine düğün dernek ölüsüne toy kurup üfürdüğüm, oy yolunun yordamının her köşesine kurban kesip kutladığım cennet. Kuru ekmeğim, kara otum, duam, mucizem, kerametim. Beni öldürdüler yetmedi, önüme derimden post serdiler. Otur dediler, oturdum. Modern bir sanat olarak asılı kaldım şuh ışıklı salonların ortasında. Ey korkuluk, ey kahkaha ile dudağına kokteyl kadehi bulaştıran matmazel kibri! Ergen ağızlarında çiğnenmiş sakızlar gibi tükürüldü kıymetlerim. Pis bir yapışıklık, muğlak bir kımıltı kaldı parmaklarımın arasında. Gibi süpürüldü, gibi sürüldü, gibi sümsük bir kıyamet kovuşturmasına tutuldu gök gören pencerelerim.