“Az’ın sesi çıkmaz ama kalbi atar.”
Uzun zamandır “güzel ve yalnız” ülkemde güzel bir şeye denk gelmek artık pek mümkün görünmüyor. Sadece güzel ve yalnız ülkemde değil tüm gezegende de güzelin korumasız, bir başına bırakıldığına şahit oluyoruz. Nicedir güzel olan her şeyi eskinin köhne bir anıtı gibi hatırattan sayıyor, “güzeldi” dediğimiz ne varsa hepsini di’li geçmiş zamanın kalıplarına dökerek canı burnundan çekilecek bir aralığa tıkıştırıyoruz! Seyrettiğimiz tablo, dokunduğumuz kumaş, duyduğumuz ses eğer hâlâ güzellikten bir iz taşıyorsa biliyoruz ki o artık, geçmiş olanın şimdiye bıraktığı bir fantazyadır. Güzeli fantazyadan saydığımızdan beri, o gidip kendini gayb kuyusuna yuvarlıyor, görme cesareti olanların dışında herkese yüzünün mahremini bir sır gibi perdahlıyor. Güzeli kaybettiğimiz günlere yetiştik, ne yazık! Yazık ki bu, sadece sanat ve estetikte değil, gündelik yaşamdan siyasete, düşünceden kültüre hayatın her aşamasında görülen karakoncolos bir silsile olarak önümüzde uzuyor. Irzına geçilmedik bir yer kaldı mı diye aranıyoruz soluklanmak için! Sadece kötü eserlerin neşredilmesinden değil sokakları dolduran kaba sabalıktan, berberlerin kötü tıraşından da bıktık usandık. Çirkinliği tuallere yansıyan berbatlıkta arayacağız da elbiselerimizin rezilliğe rahmet okutacak biçimsizlikte üstümüze geçirilmesini nereye koyacağız!
Kendi cüssesinden üç kat küçük ceketlere gövdesini sıkıştırmış, paçası deriye yapışmış tayt benzeri garipliklerle android pozu vermekten damar tıkanıklığı yaşayan Tik Tok fenomenleriyle doldu etraf. Bir on yıl öncesine kadar ancak bir meczubun giyebileceği, giyenin de üstüne gülüneceği çirkinliği libas diye derisine geçirenlerin, göğsü budu tıraş edilmekten köseleye dönmüş, saçı ve sakalından başka gösterecek farklılığı kalmayan sanat sevicilerin şenliğiyle kaynıyor ortalık. Cilalı betonarme devrindeyiz. Çirkin evlerde oturup çirkin diziler izliyor ve bu çirkinlikten bizi katarsise ulaştıracak sanata açık bir şeyler umuyoruz.
Son on yılımızı berbat filmleri gözümüze sokarak harcayan bir sektörün adı oldu artık sinema. Sadece Türk sinemasına değil, dünya sinemasına da bir göz gezdirin, bu aynı! Politik olana kurban edilmeden; gözümüzü, duygu dünyamızı, hayat neşvemizi, insan olmamızın inceliğini irdeleyen filmlere uzatılmış bir ödül gören varsa, beri gelsin! Edebiyata bakın mesela! Sadece Türk edebiyatına değil Nobel madalyonuyla gerdanını ziynetlendirenlerin eserlerine bakın! Bu mecradan tadı damağımızı şenlendiren, ruha şifa veren eserler mi çıkmaktadır yoksa yenidünya düzeninin insan nesline dayattığı söylem paralelinde fırsatlara çengel atan diskurlar mı! Kimin hangi değirmene su taşıdığına ve taşıdığı suyun karşılığında ne kadar buğday aldığına bakın!
Ödül, belli bir gurubun hevâ ve hevesinin mümessilliğini üstlenenden başkasının kucağına atılmayan o sevimsiz iltifat yavrusu, kepazeliğin tekmili birden nişanesi olarak yakalara takılıyor artık. Her yılın birincisi olmaktan yılmayan, kadrolu dinozorluklarıyla uç sivrilten, al gülüm ver gülümcülerin marifetiyle şekillenen bu ağdalı müesseseye, Tahir Alangun’un o muhteşem repliği ile bakıp, ödülü ayrı, o ödülü alıp bağrına basanı ayrı bir “taltifle” çeyizlendirmekten başka da bakiye kalmıyor elimizde maalesef.*
Normal olana yönelen kuşkunun büyütülmesinde her şey el ele vermiş, ağız birliği etmişçesine örgütlü bir propaganda bombardımanı dönüştürdü kendini. Kadın kadınlığından, erkek erkekliğinden, insan insanlığından bahsedemez oldu. İnsanlıktan çıkıp ara bir varlık olarak yaşamanın cilasıyla parlatılıyoruz etlerimizi. Birinin feminenliğindeki alacalık diğerinin maskülenliğindeki bedbinlikle kararıyor, şaşırmışlığına şımarıklık eken her beşer yavrusu gibi elindeki kara katranı illa götürüp bir diğerinin boynuna doluyoruz. Müzik diye kulağımıza tıkanan gürültüde nağmenin, güftenin, bestenin zerresini bulana aşk olsun! Aşk olsun çın çın çınlayan, kapı kirişi gibi kulak tırmalayan gürültünün kirinde kendi dehrinin derinliğine yol alma becerisi gösterene. Tam da böyle bir aralıkta, her şeyimizin derin bir çirkinlikle talan edildiği bir vakitte, alışılmamış bir göz aydınlığı müjdesiyle geldi Şule Gürbüz. Sabah yeli gibi berrak, zeytin yaprağı gibi ışıltılı, narçiçeği gibi narin, sümbül sürgünü gibi taze, papatya dibi gibi aydınlık geldi. Hoş geldi safalar getirdi.
Şule Gürbüz altı yıl önce Öyle Miymiş diyerek tüm kabullerimizin kovanına çomak sokmuş, dil zevki nedir, acının mahremiyeti pornografiye uğramadan nasıl anıtlaştırılır, şehvete, kire, pasa değmeden, sağa sola göz kırpmadan, kliğe kanona bulaşmadan, görünmenin o iştah açıcı körleştiriciliğine zere pirim vermeden, edebiyatın gizlenerek de yapılabileceğinin dersini bir bir anlatmıştı değme edebiyatçıyım diyen herkese.
Öyle Miymiş çıktığından diğer romanlarında duyduğum heyecanın aynıyla hemen kitabı satın alıp bir solukta bitirmiş, altını çize çize karartıp bitap düşürdüğüm metinlerden kendim için bir yol haritası yapmıştım. Romanın büyüsüyle günü akşama bağlıyor ve denk geldiğim herkese Şule Gürbüz’ün kaleminden damlayan sızının fotoğrafını göstermeye çalışıyordum. Cümleleri şerh şerh yarıyor, o cümlelerle birlikte kendimi de yaralıyor, o satırlarda kuruyan yaranın kabuğunu biraz da ben kanırtıyordum. Gündelik hayatta görüp görmezden geldiğimiz, duyup kulak ardına ittiğimiz o küçük ayrıntıları hangi hünerle tutup avcumuza destelediğini, benlik bostanının kaygan karanlığında eşelenen insanı tam da delirdiği yerden yakalayan, sarsarak soran ve sorduklarına karşılık aradığı cevaplara bizi de elimizden tutarak götüren bu marifet zenginliğini, yanıma yöreme ilişen herkese bir çırpıda anlatmak istiyordum.
Tam da böyle bir zamanda, kendini eskinin kulağı kesiklerinden sayan bir şairle karşılaşmış, ona da Şule Gürbüz’ün kalemindeki cezbedici yaranın acılığından söz açmıştım. Kulağı kesik şair, hasetle karışık bilmişliğini biraz da söz cambazlığıyla yoğurup ve züccaciyeye ansızın dalan fil cüretini de yedeğine alarak “Ha O mu?” diye başladığı sözünü, “Karamsar dünyasını okura dayatmadan öteye gidemeyen, üstelik yaptığına da edebiyat denilen şu tuhaf yazardan mı bahsediyoruz!” ünlemiyle bitirmişti. Hızını almamış olacak ki Gürbüz’ün metinlerindeki sahiciliği bireyselliğin sarkacında asılan kötümserlikle resmetmiş, son fırça darbesini de “Her şeye çemkirmekten başka neyi var ki O’nun!” diyerek özene bezene oluşturduğu tablonun kenarına, katrana bandırılıp da etrafa sıçratılan söze benzer bir şeyi imza diye vurmuştu. Sözü söylememişti de sanki sesini ulur gibi bir uğultuyla kulağıma biriktirmişti. Bir vakit durdum. “karamsar”, “öteye gidememek”, “kötümser”, “çemkirmek” laflarını bir çırpıda ağızından tükürür gibi yan yana dizme becerisini sunan şairin fil cüretine “Uğul uğul ne zırvalıyor bu orta yolun oportünisti!” diyerek içerden pek içerikli bir cevap kondurmuştum.
Hemen her kitabında görünmenin afetinden bahseden, “Hayırlı kabir kaybolandır, insan da bir an, bir gün artık kaybolmalı, kayba and içmeli hem de!” diyen ve kendi cürmünü, cüssesini modern dünyanın görüntüleri arasında bir fenomen olarak sunmaktan fersah fersah kaçan, yazıp ortaya koyduklarının bir meydana çıkma tenezzülü olarak değil de gelip geçmekte olan bir an’ın aralığında parlayıp sönen, parlamasıyla sönüşü arasında da hiçbir fark görmeyen, kendini bir nimet olarak sunmayan ve asıl olanın meydanda olmadığını, meydanın da burası olmadığını ısrarla söyleyen birisi için bu cümleleri sarf etmek ancak ve ancak kendi putunu yontmanın hazzıyla nefesi kesilmişlerin ağzına yakışıyordu. Bu gelişi güzel söylenmiş kaba saba hasedin alengirlisini ise inceltip inceltip eleştiri diye satanlarda görmüştük daha evvel. Gürbüz’ü, kendi eliyle yarattığı sessiz okur kitlesine vaaz veren tarikat şeyhliğine soyunmakla suçlamıştı birileri. Kendi kozasında kurulan bu içtenlikli anlatıları 20. yüzyıl modernizminde kalmış, başı sonu belli olmayan, ironiden uzak vaazdan saymış, bir tıkanık hâli olarak gördükleri yazarın bu çıkışsızlığına da “yakın tarih bilinci, gündelik hayat ve biraz da çağdaş felsefe (özellikle Foucault) okumaları” yaparak aşabileceği tavsiyesinde bulunulmuştu. Gürbüz, bu nadide tavsiyeyi alıp cebine koymuş olmalı ki Kıyamet Emeklisi’nde bu eleştirileri “hayırla” yâd ediyor, “Onun bunun Foucault’nun çocukları!” diyerek haddeden geçirdiği unvanı, bir mareşal edasıyla, sözün sahibinin boynuna doluyordu.** “Onun bunun Foucault’nun çocukları!” bu tavsiyelerde bulunuyordu da başkalarının çocukları ne diyordu? Neyse ne diyorlardı, bize ne! Geçelim bunları, bir çırpıda geçelim de Kıyamet Emeklisi’ne gelelim.
Romanlarını kurgudan bağımsız, tematik olanla doğrudan ilintisi olmayan, anlatımını daha çok doğaçlamanın baş döndürücü hızıyla tahkim eden ve bu yanıyla sevenlerinin ilgisini çektiği kadar hasımlarının da eleştiri oklarına hedef olan Şule Gürbüz, Kıyamet Emeklisi’nde alışılmışın dışında bir formla çıkıyor okurunun karşısına. “Biraz kurgu bilmeli, çatışması, trajedisi olan, inişi çıkışıyla okuyucuyu etkileyen hikâyeler anlatmalı.” diyenin kucağına da “Al biraz da buradan yak!” dercesine sağlam bir hikâye bırakıyor. Hem de Türk edebiyatında benzerine çok az rastladığımız iki ciltlik bir roman olarak! Feleğin çemberinden geçmiş, evkaf müdürlüğünden emekli Aziz’in bir eylül günü eve gelip, odasında kitap okumakta olan oğlu Adil’le konuşmasıyla başlayan roman, hafızanın geriye dönüşüyle bin sayfaya sâri bir geçmişin seyrüsülûkuna çıkarıyor bizi. Sinirli bir annenin ve takdirsiz bir babanın oğlu olarak 15 yaşındayken evden ayrılan Aziz’in “Sen gerçekte kimsin?” sorusuna arayacağı cevabın tekmili tuğla gibi önümüze düşüyor. Romanın künyesine baktığımızda, kitaplardaki kapak fotoğraflarının Şule Gürbüz’e ait olduğunu ve bu fotoğrafların da Erzurum’un İspir kazasına bağlı Ayçukuru köyünde çekildiği açıklamasını görüyoruz. Ayçukuru köyü, romanın ilerleyen sayfalarında Aziz’in Halveti şeyhi olan Kemaleddin Efendi tarafından burhan için altı aylığına gönderildiği uzlet mekânı olacaktır. Sayfalar ilerledikçe anlıyoruz ki birinci cildin kapağında dışarıdan, ikinci cildin kapağında ise içeriden çekilen bu fotoğraflar Aziz’in uzlete çekildiği metruk evin içten ve dıştan görüntüleridir. Bu fotoğraflar romanın kurgu mu yoksa otobiyografik bir gerçekliği mi yansıttığı ikileminde bırakıyor okuru. Aziz’in eve girmesiyle başlayan serüven, ilkin Aziz’in evlilik hazırlığındaki gençlik çağına oradan da romanın omurgasını oluşturan, ergenlik döneminin geçtiği 1970’li yılların Erzurum’una götürüyor bizi.
Roman boyunca, onlarca ben’i arasında mekik dokuyarak, benlikten benliğe seğirten ve hangi ben’inin hakikati temsil ettiğine koşan Aziz’in o bitip tükenmeyen iniş çıkışlarına şahit oluyoruz. Kemale erme -ki Aziz’in benliklerinden birinin adı Kemal’dir- noktasında, nefsin tezkiyesi ve benliğin hakikat katına ermesi için terki bile terk eder hâlde bulduğumuz Aziz, aslında tasavvuf edebiyatında sıklıkla rastladığımız karakterlerin bir izdüşümü olarak duruyor karşımızda. İlkin Sarılık Tekkesi’nden Hasan Efendi’ye oradan Bektaşi şeyhi Hilmi Baba’ya giden yolda “kazaen mi yoksa kaderle mi” yaşadığının ayırdına ulaşmanın peşine düşülüyor. Tasavvuf edebiyatının yüzlerce yıldır işleye geldiği nefs katmanları arasında yolculuk etme (seyrüsülûk) teması burada modern anlatı imkânlarıyla yeniden karşımıza dikiliyor. Romandaki üslup derinliğinin bu denli sanatlı oluşu, kavram çeşitliliğinin zenginliği, yöresel deyişlerin yerli yerinde kullanımı, teşbih ve betimlemelerdeki muhakeme gücü ile karakterlerde gördüğümüz davranış biçimlerinin işaret ettiği anlam dünyası, Gürbüz’ün sadece romanın geçtiği bölgeye değil tasavvuf edebiyatına da ne denli vakıf olduğunun işaretini veriyor. Zira roman, sadece cümlelerinin harikulade ektisiyle oyalamıyor, aynı zamanda bir itikat biçiminin, bedensel ve zihinsel bir terbiyenin de katman katman açıldığına şahit kılıyor hepimizi. Klasik edebiyatımızda Feridüddin Attar’dan Nizami’ye, Fuzulî’den Şeyh Galib’e uzanan yolda benzerlerine sıkça rastladığımız karakterlerden biri olup çıkıyor romanın başkahramanı Aziz. Tüm benzerleri gibi o da arıyor, ne aradığının farkında olmasa da arayışından vazgeçmiyor. Vazgeçse bile vazgeçişini de tutup arayışına dâhil ediyor. Bir kapıdan bir kapıya sürüklenmesinde içindeki boşluğun doldurulmasındaki arzunun gereği yatıyor ve o gereğin ne’liğinden de bihaber boşlukta seyranını devam ettiriyor.
Evden kaçan oğulun trajedisidir aslında Aziz’in hikâyesi. Baba karakterinin sert ve memnuniyetsiz tavrı her erkek evladın gönlünde derin bir yara izi olarak kalır doğuda. İtikadı gereği “dilsiz orucu” denen uzun susma oruçları ile kendine konuşma yasağı koymuş, sert bakışları ve memnuniyetsiz davranışlarından başka bir iletişim biçimi olmayan Erzurum eşrafından Halis Efendi’nin oğludur Aziz. Anne figürü ise cansız bir cenaze gibi ortalığın ortasıdır. Çocuklarından ziyade babanın bu dilsizliğine tutkal gibi yapışan anne, günbegün kocasına benzeyen hatta kocasına ait bir uzuv gibi işlev gören gölge bir varlık olarak dolaşmaktadır evde. Babanın ilgisizliği, annenin bu ilgisizlik karşısındaki silikliğiyle daha bir perçinlenir Aziz’in yalnızlığı. Abisi Adem’in iğnelemeleriyle dolup taşan ev; Aziz için hayretin olmadığı, dışarıda olup biten harikuladeliklerin hiçbir söze konulup tartılmadığı, geleni gideni olmayan dibi köşesi temizlenmiş süssüz, pırıltısız bir bataklık hükmüne dönüşür. Bu bataklıkta içini dökebildiği tek varlık ise “basiret asası” olarak sevip okşadığı kedisinden başkası değildir. İçindeki taşkınlığı dışarı atamamanın trajedisi onu başka başka âlemlerin yörüngesine iter. Bir mart gününün sabahında ezilip ufalandığı bu bataklıktan dönüşü olmayan bir serüvenin koynuna atar kendini. On beş yaşında evden ayrılan biri olur Aziz. On beş yaş bir erkek için baliğ olmanın, kendine doğru yürümenin ve çocukluktan sıyrılıp yavaş yavaş temyiz katına kanatlanmanın da sembolüdür. Aziz, sessizliği itikat bellemiş bir babanın memnuniyetsizliğinden, bir eşya kadar hükümsüz olan annenin geçiştirmelerinden, sürekli iğnelemeleriyle büyüklüğünü dayatan ağabeyin hışmından kaçar. Kaçış kendi kabına dolmanın, kendi âleminin seyriyle varlık bulmanın ve o bulunanla iktifa edip yok olmanın kaçışıdır. Kaçtığı günün akşamında kötürümlere şifa dağıtan Sarılık Tekkesi’nin piri Hasan Efendi ile yolu kesişecek, buradan da Bektaşi dedesi Hilmi Baba’nın dizinin dibinde, başı tıraşlı kulağı mengüşlü, bir Bektaşi dervişe dönüşecektir.
Romanın en renkli simalarından biridir Hilmi Baba. Aziz’in kemal yolculuğunda, iniş çıkışlarını kontrol altında tutan, zorluklara karşı dayanağı olan kurucu bir rol üstlenendir o. Ara ara Metaxa içen bu Bektaşi dervişi bir söz ustası olarak çıkar karşımıza. “Sen merkezi olan, başka türlü olabilecek çocuksun.” diyerek yanına aldığı Aziz’i, birlikte kat edecekleri üç yıllık bir irfanî yolculuğa sürükler. Badireden badireye atılır bu süreçte Aziz. Bir dönüşüm, bir arınma sürecidir bu. Duyuş, görüş ve bakış melekeleri Baba’nın dokunuşuyla daha bir uç verir. Bu zaman zarfında Baba, Aziz’e gölge ile asıl olanın arasındaki farkı göstermeye çalışacak, onlarca beni arasından sıyrılıp hakiki benliğiyle tanışmasına vesile olacak, tenhaya çekilmenin, olmaktansa olmamanın, istemektense istememenin, beşer karşısında konuşmaktansa susmanın, sözü uluorta yerde söylememenin daha evla olduğunu belleterek basiret gözüne biriken kılın ayıklanmasında yardımcı olur. Hilmi Baba marifetin kendisidir, bir benlik öğütücüsü olarak insanlaşma sürecinde Aziz’in hem gönüllü refiki hem de önündeki mürşididir. Vahdette kesretin görünmesinde bir nişane olarak öne çıkan Baba; Aziz’in benliğine yeni ilmiklerin atılmasında, özgürleşmesi ve üzerine yapışan körlüğün yara berelerinden kurtulup sağaltılmasında önemli bir vazife görür. Aziz mumsa Baba o muma aleviyle hayat verecek meşale olur, Aziz beşer ise Baba, Aziz’i o beşerlik libasından soyup insan çıplaklığına kavuşturan bir el konumunda bulunur. Hicivle sivrilttiği dili, ateşli konuşmaları ve meselelere yaklaşımındaki farklılığı ile romanın en keyifli diyaloglarını duyduğumuz nüktedan bir kişilikle durur karşımızda Hilmi Baba. Baba’nın Aziz’le yaptığı sohbetlerde günümüz dünyasında görmeye alışık olduğumuz birtakım meselelerin eleştirisi de mizahi bir dille hicvedilir. Bu anlamda “Allah’ın sopaları”, “devrin öncüleri”, “kazaen yaşayanlar ile kaderini yaşayanlar” gibi nice başlıklar altında toplanabilecek birçok konuşma, hakikatin gösterilmesi noktasında ironik olduğu kadar trajik bir gerçekliğe davet eder okuru. Bir roman karakteri olarak Hilmi Baba; Şule Gürbüz’ün, diğer romanlarından da aşina olduğumuz üslubunun ete kemiğe bürünmüş bir yansıması olarak somutlaşır. Yazarın hayat karşısındaki tavrı, meselelere yaklaşımındaki berraklığı Hilmi Baba karakteri vesilesiyle daha bir açıklığa kavuşur. Hilmi Baba’nın o heybetli konuşmalarının ardında Şule Gürbüz’ün naif yüzünü görürüz. Görürüz ki Gürbüz’ün gönüllü olarak kapandığı dünyası renkli olduğu kadar ironik, ironik olduğu kadar inançlı, inançlı olduğu kadar da içe dönük bir zenginlikle kendini taçlandırmıştır.
Aziz, Hilmi Baba’nın ocağında ana rahmindeki fetüs gibidir, irileşip, olgunlaşması ve içinde bulunduğu karanlıktan etiyle kemiğiyle çıkması gerekir. Ve Aziz, ilk kez Hilmi Baba’nın eliyle aydınlığa açar gözünü. Aydınlığa yani hakikatin kucağına. Fakat Aziz ile Baba’nın birlikteliği yine de uzun sürmez. Baba, toplumsal anlayışın dışında bir yol yürümesiyle azınlığın temsilcisi konumundadır. Avamın pek de anlam veremediği konuşmaları, yadırganacak cinsten tutum ve davranışları ile genel kabulün dışında bir Bektaşi dervişidir o. Dolayısıyla çoğunluğun kanaatince o, sürdürdüğü yol gereğince sapkınca olanın tarafını işaret eder. Hem toplumsal baskının artışı hem de öğretmen Nazif’in dergâhtaki intiharı, kaderin bir cilvesi olarak, Baba ile Aziz’in yollarının ayrılmasına neden olur.
Her bitiş yeni bir başlangıcın da işaretidir. Baba’nın kılavuzluğunda beşer katından insan yavrusu kimliğine doğan Aziz, düştüğü bu yalnızlık diyarında büyüyüp serpilmesine el verecek yeni tutanak noktalarına ihtiyaç duyacaktır. Bu ayrılış sonrasında ikinci bir Baba’nın, daha doğrusu ikinci bir ananın kolları arasında bulacaktır kendini. Her anadan emen uysal kuzu misali bu sefer de yarım kalan seyrüsülûkuna Halveti şeyhi Kemaleddin Efendi’yi refik kılar. Kılavuz değişse de Aziz’in arayışı değişmeyecektir. Kemaleddin Efendi gerek mizaç gerekse yöntem olarak Hilmi Baba’nın tam tersi bir konumdadır. Her şeyin zıddına inkılap etmesi gibi Aziz de mizacındaki uysallık gereği, bu düştüğü zıtlıkla intibak kurarak kaldığı yerden yoluna devam edecek ve Hilmi Baba’da tecessüm eden kesrette vahdet arayışı Kemaleddin Efendi’nin dergâhında vahdetten kesrete seyreden bir anlam değişimine uğrayacaktır. Yol gittikçe çatallaşır; her şeyde Allah’ı gören bir ananın kucağından, Allah’ta her şeyin görüldüğü başka bir ananın kucağına geçilmiştir. Birinde renkten renge bürünerek zenginleşen nüktedanlık diğerinin ağzında ketum bir suskunluğa bürünür. Baba’nın anlayışında merkezî yer tutan insan kaderinden de büyük bir makama sahipken Kemaleddin Efendi’de bu durum cüz’iliği ve önemsizliği ile merkezin etrafındaki bir hiçe dönüşür. Biri “O her şeydedir.” zikriyle cûşa gelirken diğeri “Her şey O’ndandır.” temriniyle sükûnetini muhafaza eder. İki zıt kutbun arasında sıkışmıştır Aziz. Yeni girdiği yolda, bir vakit sonra, şeyhinin icazeti ile burhan uzleti için Ayçukuru köyüne gönderilir. Artık tek başınadır. Bu uzlet sürecinde çıktığı yolun gereklerini tam olarak yerine getirmese de kendiyle olan rabıtasını kavileştirir. Başıboştur fakat huzurludur da. Uzlet kurallarının hiçbirine riayet etmez fakat kendiyle olan münasebetindeki yoğunluk Aziz’i, ben’leri arasındaki hesaplaşmanın eşiğine çıkarır. Baba’nın ocağında başlatılan bu erginleşme süreci burhan uzletiyle tavına getirilir. Tâbi olduğu yol her ne kadar Kemaleddin Efendi’nin yolu ise de yüreğinde Baba’ya duyduğu hasret ateşinden bir dirhem kaybetmemiştir. Yol tek gibi görünse de içten içe büyüyen dualitenin oluşturduğu manyetik alan Aziz’in arınmasına bir türlü müsaade etmez. Birinci cildin sonuna doğru Erzurum’dan gelen bir mektupla acilen şehre dönmesi istenir Aziz’den. Apar topar şehre dönen Aziz hayatının en trajik haberi ile karşı karşıya kalacak, anne ve babasının evde çıkan bir yangında feci şekilde can verdiğini öğrenecektir.
Romanın ikinci cildinde Aziz’in İstanbul’daki macerasına tanıklık ederiz. Yangın faciasından sonra kimi kimsesi kalmayan Aziz; lise eğitimini bitirmiş, askerliğini de tamama erdirince babasının eski bir arkadaşı tarafından İstanbul’a, evkaf müdürlüğünde çalışan Nuhu’nun yanına gönderilmiştir. Bundan sonrası Aziz’in memurluk hayatına girmesi, evlenmesi ve biri kız biri erkek olmak üzere iki evlat sahibi olarak hayata atıldığı süreci gösterir. Birinci cildin esas adamı olarak öne çıkan Hilmi Baba’nın bıraktığı boşluk Nuhu’nun renkli kişiliğiyle doldurulur ikinci ciltte. Bir yanıyla Hilmi Baba bir gölge kişilik olarak Aziz’in hayatında Nuhu vesilesiyle âdeta yeniden varlık kazanmıştır. Nuhu mizaç olarak Hilmi Baba’nın bir şubesi gibidir. Yazarın topluma yönelik eleştirileri bu sefer de Nuhu’nun ağzından dile getirilir. İkinci ciltte öne çıkan her karakter geçmişleriyle birlikte gelir önümüze. Böylelikle her bir karakteri daha yakından detaylıca tanıma imkânı edinir ve bu karakterlerin Aziz’in dünyasında nasıl bir karşılık bulduklarını yerli yerine oturturuz. Nuhu’yu, Nuhu’nun hocası Fahrettin Bey’i, Aziz’in karısı Tevhide’yi, Tevhide’nin annesi Nuriye Hanım’ı, oğlu Adil ve kızı Alev’i detaylarıyla daha yakından tanırız. Karakter detaylarındaki bu ince işçilik sözün uzatılıp, kitap hacminin gereksiz kabartılması meselesi değildir. Bilakis Aziz’in anlam dünyasını kavrayabilmek adına yan karakterler üzerinden odak noktasının genişletilmesine yönelik bir gereklilik olarak öne çıkar bu durum. Dolayısıyla özensiz okur için birinci cildin akışkanlığı ikinci ciltte durağan bir sıkıcılığa bürünme riski taşır. Özellikle ikinci ciltte, Nuhu ve Alev karakterlerinin Aziz’in nihai noktaya varışında önemli yapı taşlarına dönüştüğünü ıskalamamak gerekir. İkinci cildin ilerleyen bölümlerinde beklenmedik bir şekilde Alev’in, babasına benzer duygu durumuna evrilerek içten içe yaşadığı dönüşümüne tanıklık ederiz. Bu anlamda özellikle Alev’in doğumunda, Aziz ile Tevhide’nin yaşadığı isim koyma tartışmasının manidarlığına dikkatlice eğilmek gerekir. Zira bu tartışma yazarın bizzat kendi şahsına ait bir detayı anlattığı kanaatini pekiştirir okurda. Tevhide, yeni doğan kızına dönemim moda isimlerinden bir olan Alev isminin konulmasında ısrar eder. Aziz ise bu ismi pek hafifmeşrep bulduğundan “Yahu bari Şule koyalım hemen hemen aynı manada ama böyle hafif olduğunu hiç değilse belli etmiyor.” diyerek bu ısrarın önünü kesmek istese de başarılı olamaz. Burada Şule ismine yapılan bu atıfla ortaya çıkan çağrışım, romanın otobiyografi gerçeklikten aldığı payı tekrardan akla getirmektedir. Acaba yazar kendi hayatından bir kesiti kurgusal düzleme taşıyıp önümüze mi koymaktadır?
İkinci cildin taşıyıcılığını üstlenen isim bir süreliğine Nuhu olur. Entelektüel birikimi, hitabetindeki kudreti ve kabına sığmayan mizacıyla sadece romanın sürükleyiciliğini değil İstanbul’a geldikten sonra hepten yalnızlığa düşen, karısı Tevhide’den de umduğunu bulamayan Aziz için de soluklanacak bir kapı, yaslanılacak bir dayanak görevi üstlenir. Aziz’le olan dostluğunun ilerleyen safhalarında zoraki bir dayatmayla Aziz’in mürşitliğine soyunur. Fakat yine de bu durum, Aziz’in yaşadığı ben’lik karmaşasının tamirinde, içinde günbegün büyüyen Baba hasretinin büyümesinde mesafe kat edici bir çareye dönüşmez. Yaşı ilerledikçe başa dönmeye, başta bulup da kaybettiğine ulaşma arzusu da ilerler Aziz’de. Kaybettiği hazineyi bulamamış biri olarak Hilmi Baba’ya tekrardan ulaşırım maksadıyla Erzurum’a kısa bir süreliğine bir ziyaret gerçekleştirir. Aradığını bulamamanın kırıklığıyla gittiği yerden eli boş bir vaziyette İstanbul’a döner. Artık Aziz için Hilmi Baba sözü sohbeti sıklıkla hatırlanan kayıp bir varlık olarak devam ettirir hayalini romanda.
İkinci cildin diğer önemli karakterlerinden biri de Alev’dir. Başlarda savruk bir serüvenin kahramanı olan Alev, yaşı ilerledikçe babası Aziz’in bir devamı olarak merkezi bir yere çeker kendini. Babasında olana bir nevi göz diken, babasının sözleriyle biriktirdiğini bir lügat olarak tevarüs eden tek kişi Alev olur. Bir duraktan diğerine seğirttiği halde hiçbir durakta karar kılamayan, bir guruptan diğerine konuk olan fakat hiçbir konaktan aradığını bulamayan, buldum sandığını da asıl olanla irtibatının zayıflığını fark edip hayal kırıklığı ile olduğu yere bırakan, kümesiz, grupsuz, ortak paydasız bir hayıflanmak olarak sürdürdüğü dağınıklığını babasının halefliğine talip olmakla toparlar. Gürbüz’ün de dediği gibi “Muhitsiz, mıntıkasız, odaksız, dostsuz, sermayesiz ama tuhaf bir kendi ile dostluğu vardı.” tanımının tam ortasında babasının bir benzerine dönüşür. Bunca dur duraksızlığın sahrasında, “Evlat babanın sırrıdır.” hikmeti mucibince evrilerek, bir tek babasında bakılacak bir şey bulur Alev. Babaya dönüşün remzi Alev’de öne çıksa da Aziz de ömrünün son safhasını kendi öz babasına benzer bir yola girerek nihayete erdirir. Romanın omurgası da tam olarak burada belirginleşir; başa dönmek, kendisinden kaçınılana benzemek! Kıyamet Emeklisi, Aziz’in kendinden kendine kaçışını hikâye etse de kaçısın nihai noktası kaçtığı şeye benzemenin ve o benzerlikte yok olmanın geldiği yerdir. Babasının dilsiz orucundan, sessizliğinden şikâyetlenerek terk ettiği yerde bulur aradığını Aziz. Evinin bir odasına kapanarak sesten, sözden uzak, az yiyip az uyumanın kilidiyle tezkiye yoluna sokar kendini. Karısının tüm ikna çabalarına, gelen gidenin telkinlerine rağmen girdiği odadan çıkmayan Aziz, hayatını gözden geçirmeyi bıraktığı gibi yanına gelenlerle de artık konuşmaz olur. Tasavvuf ıstılahında “terkin terki” olarak bilinen bir makamda durarak, dünyadan, ukbâdan hatta kendinden de vazgeçmenin temsili olan fenafillah mertebesine erer. Yirmi günlük kapanmanın sonunda zamansızlıkla yüz yüze gelen Aziz, kendi ederi kadar bir kabı olduğunun, bu kapta da asıl evini bulduğunun bilincine erer. İki ay sonunda hastaneye kaldırılan Aziz, üçüncü ayın sonuna doğru vefat eder. Tıpkı yangın sırasında ölümle yüz yüze gelmelerine rağmen dilsiz orucunu bozmamak adına etraftan imdat dahi dilemeyen anne ve babası gibi Aziz de öleceğini bile bile, hiçbir telkine kulak asmadan tutunur bu riyazet kulpuna. Yıllarca aranılan o kayıplık bu hâl üzere bulunur. Bir ömür yürekte taşınan onlarca gölge benliğin bu sessizlik ateşinde eriyip gitmesi Aziz’in kendi hakikatiyle buluşmasının, diğer bir deyişle vahdette ulaşmasının önünü açmış olur.
Aziz, “Lüzumsuz ve muzır dallarımı budayacağım.” der kızı Alev’e. “Her yerim onlarla dolu. Onlar yüzünden göremiyorum, manilerim manzaram oldular, iç seslerim sahte benliklerim kaval oldular hep onları dinliyorum. Ben de varım, yok değilim ama bu kalabalık ve nafilelikte öyle gizlenmişim ki varlığı biliyor, cevheri duyuyorum, o kadar. Gürültüyü bitireceğim. Sahte koroyu susturacağım, manzarayı açacağım. Topraktanım ama bahçe sahibi olamıyorum, deremiyorum, bunu sona kadar böyle götüremeyeceğim.” sözleriyle kaybedilenin ancak kaybolunarak bulunacağına işaret eden Aziz, vaktiyle babasının yaptığını taklit ederek, babasına dönüşmüş ve bu dönüşümle asıl olana ulaşmıştır. Klasik edebiyatta karşılaştığımız son modern bir fon eşliğinde tekrardan önümüze çıkar; bütün hakikatli gidişler insanın kendine doğru seyriyle hitama erer! Dönüş başadır, başta bırakılana, kendinde saklı bulunanadır. Ne kadar uzaklaşılırsa uzaklaşılsın dönüş yine evedir, ev özelinde insanın kendi kalbinedir! Kendinden uzaklaştıkça aradığına da ulaşılamayacağının tasavvufi dekoru böylece romanın inşasında önemli bir istinat noktasına dönüşür. Bu anlamda Kıyamet Emeklisi, karakterlerinin gelişimini çember metaforuyla tamama erdirerek modern bir mesneviye dönüştürmüştür anlatısını. Modern düşünce biçiminin ilerlemeci tarih anlayışını akamete uğratan roman; kemale ermenin, insanlaşmanın nihai mertebesini klasik tarih anlayışının dairesel tarafıyla tahkim eder. Dokuz yüz yirmi dört sayfalık roman bittiğinde Aziz gibi biz de şu kanaate varırız ki; bunca inişli çıkışlı dünya serüveni tek bir adımda bitirilebilecek olanın hazırlığından başkası değildir. Netice itibari ile yazar tüm hikâyenin seyrini tek bir cümle ile özetler; “Yol bir adımdı hatta tek adım.” Bütün adımlar o tek bir adımın atılması içindir önermesi üzerine kurgulanan hikâye, fenafillah makamına göz diken nefs deveran ettiği hiçbir vadide mutmain olamayacaktır sözünün irfanî derinliğiyle noktasını bulmuştur.
* “Ödül almak öyle bir b*ktur ki, her g*tün başına gelebilir.”
** https://t24.com.tr/k24/yazi/sule-gurbuz-bizim-neyimiz-olur,677