Türkiye’nin Hafızası – Bir Aydınlanma Şoku Olarak Cumhuriyet *

Müslümanların siyasal ve askeri bir güç olarak tarih sahnesinden çekilmesi İslam alemini, batının ağır bombardımanı altında ezilmesi sonucuyla karşı karşıya getirdi. Hak ile bâtıl arasında kıyamete değin sürecek olan mücadelede batının ele geçirdiği tarihsel koz, gerek askeri gerekse sosyal ve siyasal bir tutum olarak, tarih sahnesinden çekilen Müslümanlara ağır darbeler indiriyordu. Yüzlerce yıldır Müslüman sakalının haşyetiyle köşesine sinmişlerin cesareti, ele geçirdikleri güçle bir anda alevlenmiş ve Dârü’l İslâm’a yönelik bütün yaptırımlar öç almanın bin bir çeşit hazzıyla çeşitlenmişti. Bir tarafta yüzlerce yıldır biriktirilen kinin saldırganlığı diğer tarafta ise yenilgi karşısında toparlanmak için düştüğü her denizde yeni yılanlar arayanların telaşı vardı. Yenilginin ağır şartları altında toparlanmayı amaçlayan her türlü girişim önünde sonunda Müslümanları batı ile karşı karşıya getirecek bir çıkmaza sürüklüyordu. Üç yüz yıldır uğraşılan bir kangrenin Müslümanların masasında dipsiz bir kuyuya dönüşmesi ise gelinen noktanın boyutlarını aşikâr etmesi açısından önemliydi. Bu elbette ki İslam aleminin yaşadığı ilk şok değildi. İlkin yaşanılan zihinsel bir krizdi. Yunan felsefesinin İslam topraklarına adım atmasıyla yükselen kriz Gazali gibi büyük bir alimin nefesiyle soluksuz bırakılmış ve parça parça sentezlenen akıl kirlerinden arındırılarak hakla batılın arasındaki keskinlik netleştirilmişti. Haçlıların bitmez tükenmez hırsıyla yapılan saldırılar Alparslan gibi, Selahattin gibi nice büyük komutanların kılıcıyla tarumar edilmişti. Moğol saldırıları karşısında coğrafi krizi yaşayanlar ise kısa zamanda kendilerini toparlayacak dirliğin şarkısına kulak kabartmış ve o şarkının ülfetiyle Moğolları bile diz çöktürüp Müslüman olma şerefine erdirmişti. Şimdi yaşanılan ise başlı başına bir uygarlık kriziydi. Netlikten yoksun karanlık bir piyasada, kimin ne amaçla kime kılıç salladığı belli olmayan maddi ve manevi bir savaşın görünmezliği hakim olmuştu. Gâvurluğunu asrilik adıyla gizleyenlerin medeniyet tantanasıyla ortalığı ateşe vermesi barutun gücünden katbekat tesirli oluyor ve bir o kadar da sonuç odaklı bir getiri sunuyordu. Kılıcın keskinliğiyle çözülemeyecek olan sağlamlık birtakım kültürel tanımlamalarla hallaç pamuğuna döndürülüyordu. O güne kadar gücünü kendi irfanına yaslanarak ele geçirenler yüzlerini gâvurun sahteliğine çevirmekle takatsiz bırakılmıştı. Batının yükselen maddi uygarlığı karşısında mağlub olan Müslümanlar, Mukkadime’nin müellifi İbn-i Haldun’un tesbiti ile galiblerini taklit ederek işin içinden çıkmayı denediler. Mukallitlerin ilk işi ise, tezgâhlarında çıraklık yapsınlar diye oğullarını batıya göndermek oldu. Batıya gönderilen oğulların karşılaşacakları şoklar hesaba katılmadığı için her giden her oğul geriye boynuzları çıkmış bir şekilde dönüyordu. Ve batının kültürel mirasıyla dimağlarını doyuranlar çıkardıkları o boynuzlarla bir daha kendi eşiklerinden içeri adım atamaz oldular. Bu boynuzun tohumu 1798’de Napolyon’un Mısır’ı işgali etmesi ile atılmıştı. Haçlıların kılıçla sürdürdüğü misyonerlik faaliyetleri Mısır işgali ile kalıp değiştirmiş ve artık Müslümanların Hristiyan fikriyatına entegre edilme süreci medeniyet kavramıyla restore edilmişti. Artık hilal ile haç arasındaki amansız savaş kavramsal olarak yön değiştirmiş ve her sosyal, kültürel ve dahi askeri harekât medeniyet paranteziyle dikkatlerden kaçırılarak yumuşatılmak istenmişti. Hak ile batıl arasındaki mücadele medeniyetler çatışmasına indirgenecekti. Napolyon sonrasında sürdürülen savaşların adlandırılması artık bu kavramın etrafında şekillendirilecekti.  Öyle ki Napolyon’un izleri üzerinde adımlarını gezdiren torunları bile aynı stratejik söylemle İslam coğrafyasını işgale kalkışacaktı. 11 Eylül saldırılarını bahane ederek Müslümanlara saldıran küfrün koalisyon güçleri başta Amerika olmak üzere yaklaşık kırk ülke ile birlikte 2001‘de Afganistan’ı, 2003’te ise Irak’ı işgal edecek ve şok ve dehşet saldırıları “özgürleştirme operasyonu” adıyla daha kabul edilebilir uluslararası bir meşruluğa çekilecekti. Batının siyasal aklı işgallerini özgürleştirme operasyonu olarak nitelerken kültürel saldırganlığını da medeniyet tamlamasıyla kamufle ediyordu. Atılan tohum tutmuş, yutulan zoka çoktan eriyip kana karışmıştı. Batının tekniğini almaları için gönderilen oğullar, hesap dışı tutulan batı ahlakını da tatmadan yurtlarına dönmeyeceklerdi.  Gâvur aklı ile erişilen körlük o denli ileri bir safhaya erişmişti ki diyar-ı küfürde kâşaneler gören göz mülk-i İslam’da viranelerden başkasını göremeyecekti. Hatta Abdülhamit döneminin sonlarına doğru görünen Fraşırî ailesinin parlak çocuğu kamusçu Şemsettin Sami (1850-1904) daha da ileri giderek “uygarlıkların maddi ve manevi bütünler olduğunu ve batının maddi üstünlüğünün altında manevi ya da kültürel üstünlük etkenleri olduğunu” ileri sürecekti. Kemalist tarihçi Niyazi Berkes (1908-1988) ise “Batı uygarlığının maddi yanları üstünlüklerini göstermişse, İslam toplumu bu üstünlüğü yenememişse, bu, batı uygarlığında maddi yanların ötesinde de olumlu özellikler olduğunu düşünmeye bizi zorlamaz mı?”(1) sorusuyla küfrün itikadına açıkça göz kırpacaktı. Aslına bakılırsa bu ifadeler sadece Sami’nin ya da Berkes’in değil Tanzimat döneminden beri süre gelen aydın fikriyatının kahir ekseriyetince hazmedilmiş o meş’um haleti ruhiyeyi özetliyordu. Mağlup olan taraf galiplerin sadece maddi zenginliği altında değil sözüm ona manevi “derinliği” altında da ezik olduklarını kabul etmişlerdi. Bu eziklik, batıya gönderilen ilk kuşağın batının ilmini alalım mottosunu da aşıp batının hem ilmini hem ahlakını alalım önergesine dönüşmüştü. III. Selim’den beri süregelen çalkalanmalar, üst süte alınan yenilgilerle beraber, halka rağmen halkçılıkla, yeni bir düzenin kurulmasıyla taşlaşacaktı. Hilafet makamından ebedi şefliğe, Memâlik-i Mahrûse’den Devr-i Cumhuriyet’e geçilecekti.

Şokun Sürdürülebilir İmajı: Bon Pour L’orient

Nasıl ki İstanbul, ağyarını mâni efradını câmi bir bütünlükle Osmanlı devletinin minyatürü şeklinde idiyse, hangi niteliklerle var olduğunu göstermesi açısından Ankara da devr-i cumhuriyetin bir minyatürüydü. İki şehir arasındaki uçurum iki düşünce dünyası arasındaki uçurumdan farklı değildi. 1930’ların Türkiye’sinde Ankara’nın minaresiz şehir olarak anılması Cumhuriyet rejiminin dümenini nereye kırdığını göstermesi açısından önemlidir.(2) 27 yıl süren CHP iktidarı tarafından Ankara’nın bile isteye minaresiz bırakılması mevcut rejimin ontolojik temellerini hangi esaslar üzerine inşa ettiğini deklare etmesinin en bariz işaretiydi. CHP’nin 1950’de aldığı yenilgi sonrasında inşa edilen Maltepe Camiinin bile, dönemim Kemalist bürokratlarınca şehrin siluetini bozacak hâkim bir tepede olmasına izin verilmedi. Ankara’nın siluetini belirleme şerefi Anıtkabir’e bahşedilecekti.  Özellikle laik bürokratlarca her şart ve koşulda kutsanan Anıtkabir’in Friglere ait anıt mezarların bulunduğu, şehre hâkim bir mevki olan Rasattepe’ye inşa edilmesi rejimin tapınak eksikliğini bir şekilde gidermeyi hedeflemişti. Müslüman toprakları ortasında bulunan bir şehrin kimliksizleştirilmesi halka rağmen halkçılığın ürünüydü. “Medeniyetten nasibini almamış avama” dayatılan asrilik neyi gerektiriyorsa dönemin aydınları da aynı tarz ve üslupla halka yaklaşmışlardı. Halkın kör cehaleti batının bilimsel pozitif aklıyla mücehhez Cumhuriyet aydını eliyle ışığa kavuşacaktı.

Cumhuriyetin harcına karılan ideoloji toplumun geçmişle irtibatını koparmak için her türlü badireyi göze almış bir kadronun eseriydi. Bu işin teorisi ise nev zuhur bir hareket olarak birden bire ortaya çıkmamıştı. Gelinen nokta dönemsel bir kopuştan ziyade 1700’lerde başlayan fikri krizin belli aralıklarla keskinleşen ve nihayetini Cumhuriyet ideolojisi ile netleştiren bir kırılmanın neticesiydi. Osmanlının batıya açılan kapısı olarak adlandırılan Galatasaray Lisesinin transfer ettiği ilk kuşak öğrencilerinden beri batıya giden her oğul başka bir veçhenin adamı olarak dönüyordu ülkesine. Yenilmişlik hissiyatı başka zaafları da tetikleyince kurtuluşu batı fikriyatı ile bütünleşmede bulan bir aydın zümresi ortaya çıktı. Yaşamını ancak alafranga bir tarzla sürdürebileceğine inanmış, yüksek statü meraklısı bu snob zümre ilk sınavını halkın örf ve ananelerinde yaşattığı değerlerle mücadele etmekle verecekti. Milletin sarığı sakalıyla, tespihi ve tülbenti ile uğraşmayı asrileşmenin en temel dinamiği olarak kullanacaklardı. İslam diyarının bağrından kopararak gönderdiği evlatları kendi ülkelerine batı ideolojisiyle yüklü, sonradan görme birer züppe olarak dönüyorlardı. Giyim kuşamından, konuşma biçimine, tavır ve edalarından düşüncelerine kadar her şeylerinde batılı bir arizilik görülüyordu. Oysa kahir ekseriyeti Fransız okullarından mezun olan bu aydın zümresinin diplomalarına daha 19. yüzyıl ortalarına kadar üniversite yetkilileri tarafından ilginç bir not olarak bon pour l’orient ifadesi düşülüyordu. Bon Pour L’orient: yani doğu için çok fazla! Daha da açık anlamıyla bu ibare şunu anlatmaya çalışıyordu; Batının herhangi bir fabrikasında işçi olarak bile alınamayacak bu adamlar doğu için fazlasıyla ileri. Batıda ciddiye alınmaları mümkün bile değilken kendi ülkelerinin pekâlâ allameleri olabilirler deniliyordu. Yarım aydın olarak ülkesine dönenlerin ezikliği bir kadro hareketi olarak bütün bir milletin kaderine yön verecekti. Bugün hâlâ örneklerine rastladığımız ve en temel özellikleri muhalefette kalmak olan bu aydın tipinin bütün refleksleri ise batının kendisine yüklediği rol mesabesinde göz alıcı bir despotluğa sahiptir. Kendi membaına karşı “bakışı sakatlanmış” bu ideologlar zümresinin batıya olan bağımlılığı Shayegan’ın da dediği gibi ekonomik ve siyasal olmaktan ziyade kültürel bağımlılıktı.(3) Kendilerinin düştüğü sakatlığı adeta histerik bir dürtüyle halka dayatıyor ve her türlü batılı dönüşümün çığırtkanlığına gönüllü elçilik yapıyorlardı. Yönetenle yönetilen arasındaki makas açıldıkça kendi ölçüleriyle halkçılık yapan ve ideolojik değerlerini bir kurtuluş reçetesi olarak halka dayatan azınlıklar sultası oluştu. Özellikle 1800’lerin ortalarında açılan Tıbbiye batılılaşmanın öncü kuvveti olmuştu. Burada okuyan öğrencilerin ağırlıklı olarak Osmanlının zimmî tebaasına mensup olması ise aydın zümrenin sürdürdüğü batılılaşma gayretini daha bir anlamlı kılıyordu. Kendini mevcut ethosun içinde göremeyenlerin ideolojik karşıtlığı güçlenirken bu toprakların asli unsurları olan Müslümanlar ise periferide bırakılıyordu. Cumhuriyet döneminin Kemalist savunucularının birçoğu da aynı zimmîliğin soyundan devşirilmiş olması manidardı. Kemalist ideolojinin bayraktarlığını sürdüren bu jakobensit tavır sadece muasır medeniyet seviyesine ulaşmayı değil,  milletin merkezle irtibatını sağlayan damarlarını geri dönülemez şekilde kurutulmayı da içeriyordu.

Türkiye’nin muasır medeniyetler seviyesine erebilmesi için yeni bir hafızaya ihtiyacı olduğuna kani olanlar ilk iş olarak milletin tarihle olan irtibatını baltalamayı seçmişlerdi. Eski ile olan irtibatın koparılma süreci ne kadar hızlı olursa yeni nesillerin zihinleri de o kadar berrak olacaktı. Bu anlamda sadece kılık kıyafette bir yenileşme yapılmadı, eskiyi hatırlatma potansiyeli taşıyan bütün sembollerin de tedavülden kaldırılması yoluna gidildi. Hafızanın silinmesine yönelik en esaslısı şoklama ise dil üzerinden yapılacaktı. Öze dönmek maksadıyla yapılan dil devrimi cinnet boyutunda bir halle yeni nesillerin idrakinde bir uçurumun doğmasına vesile olacaktı. Dilde devrim yaparak seviye atlayacaklarını sananlar ölünün eline baston vererek ayakta tutulacağına inananların hayalperestliğiyle, en fazla, “on yılda on beş milyon genç yaratmak”ın övüncüyle teselli bulacaklardı. Zira bu yaratılmış on milyonun içinden herhangi bir konuda zirve olacak bir isim çıkarılamadı. Devrim muhafızlığından başkaca rolü bulunmayan milyonlardan ne edebiyat alanında, ne kimyada, ne tıpta, ne de mimaride eli yüzüne denk, nitelikleri dolayısıyla referans alınacak bir aydın tabakası oluşturulamadı.

Günümüz Dünyasının Şoku: Popülerleşme

Bu topraklarda aydın denilince burnu fevkalade havada, önüne gelen her meseleye kıldan tüyden bahanelerle çemkiren, kendi yeri ile milletin yeri arasına duvar örmeyi zirvenin yalnızlığı olarak normalleştiren, yaşadığı topluma yabancılaşmış, buranın meselelerine başka yerlerin formülleriyle çözüm arayan yarı gelişmiş bir züppelik akla gelir. Modernleşme tarihimize bakıldığında bizdeki aydın tipinin sokaktaki vatandaşla konuşmayı beceremeyecek kadar toplumuna yabancılaşmış olduğu görülecektir. Özellikle Tanzimat’tan Cumhuriyet’e sarkan bu tipin en dikkat çekici vasfı ise dışarının hoparlörlüğünü yapması bakımından yüksek maharet sahibi olmasıdır. Günümüz aydını da bu tablo içerisinde bildik pozu vermekten kendini alıkoyamamıştır. Dışarının gazelcisi konumundan bir türlü kendini alamayan aydınımızın kültürel hayata yönelik etkileri de son derece yıkıcı olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında yeşeren bu zihniyetin gündelik hayattaki etkisi yabancılaşmaya yaslanmış ham bir kuraklıktan başkası değildir. Bugün geldiğimiz nokta ise popüler kültürün bayağılığında değirmenini döndürenlerin, sonuçları bakımından bir öncekilerin yaptıklarıyla eşdeğer yozluklara imza atmış olmasıdır.

Siyasetten edebiyata, akademik dünyadan entelektüel alana kadar hemen her yerde avamileşmenin mecrasın akan bir sathilikle karşılaşmak yürürlükte olan sistemin akışına paralel kürek çekenlerin ortaya çıkardığı bir manzaradır. Cumhuriyet aydınlarının asrilik dayatması nasıl milletin geçmişle olan irtibatını sekteye uğratarak hafızasını köreltmişse günümüz entelektüelleri de popüler kültürün işlerliğini sürdürmeleri nedeniyle irfanî olanın avamî olanla değiş tokuş edilmesini çekici kılmıştır. Bugün, Müslümanların kültürel hayatın şekillendirilmesinde birer etkisiz eleman olarak görülmesinde kültürel iktidarı ellerinde tutanların popülist eğilimleri önemli bir rol üstlenmiştir. Günü kurtarma telaşıyla harekete geçerek reklam ajansı gibi rağbet görülmeyi hedefleyenlerin yapıp ettikleri, gündeliğin çıkarıyla karın doyurmayı alışkanlık edinen bir ahlakı da beraberinde getirmiştir. Fikir ve sanatı derinliğinden arındırarak ekran diline tercüme edenlerin her anlamıyla donanımlı bir nesil yetiştirme iddiaları ham hayalden öte muhaldir. Şiiri, edebiyatı, sanatı, siyaseti gazete köşelerinde, televizyon ekranlarında popülizmin hazzına bulayanların gençlik için birer örnek projeye dönüştürülmesi kısa vadeli getirinin heveskârlığıyla beraber bir ufuksuzluğu da işaret etmektedir. Bugün dünyayı kasıp kavuran popülerleşme tehlikesinin Türkiye sathında da ciddi bir rağbet bulması imkân ve iktidarı elinde bulunduranların mesuliyet noktasında sergiledikleri eksik nedeni iledir.

Maalesef ki modern düşünme sahasının ortasındayız ve bu düşünme biçimi her alana sirayet etmiş bir sığlığın lekesi olarak hayatımızda fazlasıyla yer kaplıyor. Zira dünün Avrupa görmüş mekteplileri tarafından insanlığı kurtaracak bir devrim olarak öncelenen pozitivist dalgalanmaların bugünün kürsü sahibi ilahiyatçıları tarafından takdire şayan bir dille halka aktarılması şahit olabileceğimiz en rijit oksimoron hali olsa gerek. Tüm bunlar çerçevesinde fikir ve sanatta taklidin taklidinden öteye gidemiyor oluşumuz da işin en acınası faslı. Mimaride olduğu gibi müzik ve edebiyat alanlarında da popüler olmanın palyatif cazibesine kapılmamızın zihinsel kodlarına inmek ve toplumsal hafızanın iğdiş edilmesindeki nedenleri gösterecek hafızalara duyduğumuz ihtiyaç sudan havadan daha önemlidir. Davranış ve düşünce biçimlerindeki bu anormal evrilmenin nedenleri üzerinde ne zaman duracağız. İçine düştüğümüz kültürel sığlığın çeperlerini belirleyenleri söz söyleme makamından alaşağı etmenin vakti ne zaman gelecektir? Günlük yaşamımızdaki değişimler ile birlikte temel meselelerimize bakışımızdaki farklılaşmanın sürecini irdeleyip bize sadra şifa mesabesinde yol kat ettirecek ulularımız ne vakit hanemize uğrayacaktır. Besmele ile hamdele arasında bereketlenen kanaatimizin tüketim çılgınlığına nasıl kurban edildiğini kim gösterecek bize? Sanat algımızdaki yüksek irtifanın hangi şokla geriletildiğini, iletişim araçlarının popüler kültürü çoğaltan birer araca dönüşmesindeki amacı anlatacak kürsü sahiplerine ihtiyacımız var. Bilim ve teknoloji yardımı ile üzerimizde uygulanmak istenen şok doktrinlerine karşı ayakta durabilmemizin bir formülü sunacak tabipleri nerede bulacağız? Alıklaşma operasyonlarına karşı hangi derinliğin kalkanına sarılmamız gerekmektedir?

Üç yüz yıldır siyasi, ekonomik ve kültürel boyutlarıyla sistematik saldırılara maruz bırakılarak işlenmesi kolay boş bir levhaya dönüştürülmek istenen bu mübarek topraklar bugün en çok da kendi evlatları tarafından boğazlanır duruma getirilmiştir. Batını kültürel şoklaması ile hafızasını yitirenlerin imdadına, mesuliyet duygusu çerçevesinde el uzatması gerekenler tam aksi istikamette hareket etmiş ve boşaltılan hafızanın batılı normlarla şekillendirilmesinde önemli roller üstlenmişlerdir. Babalarının adeta ceketlerini satarak okuttukları evlatları baba ocağına handiyse düşman kesilerek dönmüşlerdir. Böylelikle üçüncü dünya ülkelerinin, batı yakasından taltif almak için her türlü ihaneti yüklenmeye teşne aydınları gibi, batının köksüzleştirme programına gönüllü bir aygıt olarak dahil olmuş ve kendi geleceğinin köprüsünü kendi elleriyle dinamitlemeyi tercih etmişlerdir. Almış olduğu politik tavır fark etmeksizin mevcut popüler işleyişe, özellikle gençlerin alıklaştırılarak dahledilmesinde kültür adamı pozuyla rol kesenlerin payı her açıdan büyüktür. Bugünün ortamında düşünce, sanat ve edebiyat gibi alanların asli işleyişten yoksun olması muasırlaşalım derken batının kuyruğunda tüy olmayı seçenlerin bizi getirdiği sonuçtan başkası değildir. Bilimde, sanatta, müzikte, düşünce ve edebiyatta asli olanın, bize ait olan irfanın özünden beslenmeye dönmedikçe, dudaklarımızı o mümbit göğse değdirmedikçe, bu alıklaşmanın önünü almak fevkalade güç görünüyor. Bugün maruz kaldığımız krizin adı en açık ifade ile popülizm belasıdır. Ve bu belanın tasallutundan kurtulmanın reçetesi de işin aslını işaret edenlerin yol göstericiliğinde bulunuyor.

  • Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, İstanbul, 2015, s. 526
  • Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2014, s. 114
  • Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç, Metis Yayınları, İstanbul, 1997, s.136*Bu yazı Çilingir Dergisi’nin 3. sayısında yayınlanmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir