28 Şubatın başladığı dönemlerde ben 17 – 18 yaşlarında Bursa İmam Hatip Lisesinin son sınıfında, hasbelkader kitap karıştıran, amatörün de amatörü dergiler çıkarmaya çalışan, edebiyata merak salmış, şiirler yazan, dostluklar kuran, yeni kitaplar almak için okul harçlığını biriktiren ve öğrencilikle alakası ortalama notla sınıf geçmekten öte olmayan başı bulutlarda bir gençtim. Yani anlayacağınız diğerleri arasında gibinin de gibisiydim.
Politik tavrı MGV’ye takılmaktan öteye geçmeyen, Erbakan’ı bir Müslüman hassasiyetiyle seven, Timurtaş vaazları dinleyen, dinlediği ezgileri henüz kulağından kazıyıp özgün müziklere yelken açan, arada bir Rilke Rimbaud okuyan, Kafka Dostoyevski demekten başkaca entelektüel artistliği olmayan diğerleri gibi.
28 Şubatla olan zarar ilişkimi ise tam mezun olacağım dönem okulumun bir yıl daha uzatılması olarak özetleyebilirim. Bunun yanında başörtüsü yasağı nedeniyle Yeşil Camii etrafında katıldığım gösterilerde polisten yediğim irili ufaklı birkaç cop acısını saymak gerekir. Tabi bir de geleceğimin ( artık ne olacaktıysa o gelecek) katsayı engeliyle baltalanması meselesi var. Hoş katsayı engeli olmasaydı Oxford’da okuyacak da değildim!
Yani anlayacağınız bu büyük arbedede ben her hangi bir hapis cezası almadım, işkenceye maruz kalmadım, yaralanmadım, işimden gücümden olmadım, kovuşturmaya tabi tutulmadım, bulunduğum mevki ve makam dolayısıyla sürekli aşağılanıp tacize uğramadım, işinden gücünden olup da memleketi terk etme belasına uğramadım.
Bu feci süreci diğerleri gibi okulu bir yıl uzamış, birkaç cop yemiş ve katsayı engeli ile üniversite hayali baltalanmış biri olarak atlatmıştım. Süreci yakından takip eden bir seyirciydim ve milletin saçı sakalıyla, başörtüsüyle uğraşan Kemalist yobazlara sövmekten başka da bir şey gelmiyordu elimden. On yedi yaşındaydım ve yirmi üçüme geldiğimde iki yıllık dandik bir üniversite mezunu olarak askere gitmiştim. Döndüğümde ise nişanlanmış ve işsizliğime çare bulmak maksadıyla lisede meslek derslerimize giren ve Ak Parti iktidarı ile kimi milletvekili, kimi de çeşitli belediyelerde daire başkanı sıfatıyla görev değiştiren hocalarımızın kapısını çalar vaziyette bulmuştum kendimi. Gerçi bu kapıların hiçbirinden umduğumu bulamamış gerisin geri dönmüştüm. Düğün tarihi de yaklaşınca mecburen bir fabrikaya, asgari ücret karşılığında, elinde üstüpü ile makine yağı silen vasıfsız bir işçi olarak atanmıştım. Tam beş yıl bu eziyete katlanmak zorunda kalmıştım. Masalımın özeti bundan ibaret!
Şimdi bütün zararı bundan ibaret biri olarak ben, kimin karşısında ve hangi yüzle büyük mağdur pozuna bürünme hakkına sahip olabilirim? İki cop yemişliğimi onlarca yıl hapis yatanların kaybıyla eşdeğer kılmam münafık fiyakasından başka ne olabilir? Bir yıllık uzayan mezuniyeti makam ve mevkii dolayısıyla taciz, tahkir ve tecrite uğrayanların yanında dile dolamak hangi düşüklüğün dibi olarak tarif edilebilir? Katsayı engeline takılmaktan ve asgari ücretle beş yıl çalışmış olmaktan başka zararı olmayan birinin “süreç silindir gibi üstümüzden geçmişti” edebiyatıyla dilini şişirmesi koca bir yalan değil de nedir? Ben hangi acımı, üniversite kapılarında başörtüleri çekiştirilen kızların acısına eşleyebilirim? Onlarca yılını, ümidini, gençliğini hapishane köşelerinde çürütenlerin yanına ismimi yazmaya kalkışmamı hangi ahlaka sığdırabilirim? Ve bu dandik acılardan hangisinin edebiyatıyla ekmeğime yağ sürme lüksüne kalkışabilirim? Sürenin lokması zehir olsun!
Bu masalı şunun için özetledim: Her 28 Şubat tarihinde, sonradan görme taşralı İslamcıların dövünerek “ne zulümler yaşadık bir bilseniz abiler” cakasına maruz kalmaktan artık gına geldi. O günlerin ne menem günler olduğuna şahit olma bahtsızlığına eren genç tayfa için bu satılık cakaların etkileyici olduğu inkâr edilmez. Diğer yandan İslamcı şair ya da yazarların başlarına gelen en ufak bir belayı bile, nefs okşayıcılığı özelinde ballayarak mağdur edebiyatına yatırmasındaki başarılarını da inkâr edecek değilim. Bu başarı öylesine yere göğe sığdırılamaz olmuştur ki bin yıl sürecek diye dayatılan postmodern darbenin beşinci yılında Müslümanlar bir şekilde iktidar olmasına rağmen bu acı sevici şiirciler 28 Şubat edebiyatı yapmaktan bir türlü vazgeçemediler. Ve öyle görünüyor ki; acılarıyla nefislerini okşamaktan elleri nasır tutan zerzevat, nemalanacak yeni kederlere gark olana kadar da bu bahsi ağızlarında sündürmekten vazgeçmeyecektir. Elbette 28 Şubatta olanları küçümseyecek değilim. Eğer birilerini küçümseyeceksem hiçbir zorlukla karşılaşmadıkları halde ağızlarını mağdur edebiyatıyla eğerek bir şekilde şahsiyat yapmaya kalkışanları küçümserim.
Bu anlamda 28 Şubatta ortalıkta gözükmeyenlerin süreç sonunda mağdur pozuyla piyasayı velveleye vermeleri beni fena halde rahatsız etmektedir. Mesela bir kültür küfür programında Mustafa Akar gibi birinin 28 Şubatla ilgili vaaz vermeye kalkışması gelinen noktanın halini yeterince özetlemektedir. İnsan biraz utanır! Kim olduğuna, hangi zurnanın deliğiyle iş tuttuğuna bakar da ondan sonra bu konulara eğilir! Son zamanlarda derisi hayli şişirilmek istenen bu cilalı arkadaşın evveliyatını bilmeyenler belki bu şaşalı velveleleri yutabilir ama bu konuda ne olur bana bir şey ikram edilmesin. Zira bu numaraları fazlasıyla yedim ve artık gırtlağıma kadar doluyum.
28 Şubat sürecinde “sanırım”lı “umarım”lı cümlelerle konjonktürün rengine uyan bu karikatürlerin süreç sonunda aynı maharetle, birdenbire inşallah’lı maşallah’lı jargona atlayarak nasıl ekran doldurdukları herkesin malumudur. Kurdukları ağdalı cümlelerin arasına o uyduruk “eski sert İslamcılık”larını koydukları da unutulmuş sanılmasın. Bu her krizden kârlı çıkmaya ayarlı hesapçıların kıvraklığının öyle satıhta kalan, alelusul bir kabiliyetle sınırlanamayacağını gayet iyi biliyoruz. Her durumdan ekmek çıkarabildiklerinin maalesef ki şahidiyiz.
Bunlar yerine göre süzme Milli Görüşçülükleriyle Erbakan uzmanlığı tasladıkları gibi aynı yerine görelikle liberaller masasında yağdanlık olmanın üstesinden gelmeyi de fevkalade iyi bilirler. Bu ve benzer hususlarda maharetleri mebzuldür ve artık bu fiyakalı eziklerin mağduriyet pozlarının alaşağı edilmesi gerekir?
28 Şubatta birilerinin anası ağlarken birilerinin de top sakal bırakıp Milliyet’te Çetin Altan gibilerine çantacılık yaptığını hatırlamak zor olmasa gerektir. Sürecin asıl mağdurları 28 Şubat zulmünden doğrudan yara alanlardı, anası ağlayanlardı. Bu eziklikten beslenenlerin egoları o kadar tombullaştı ki anası ağlayanlardan neredeyse haber alamaz olduk. 28 Şubat anma programlarında kimse onlardan bahsetmiyor artık. Halen daha içeride yatanlar var. Acıyı, işkenceyi, mağduriyeti iliklerine kadar yaşamış olanlar var. Ama ne hikmetse en büyük mağdur bu köşe kapmaktan takati kesilmiş festival şairleri oluyor. Hasılıkelam 28 Şubatın ruhuna uygun şekillendirdikleri top sakallarını konjonktürün duasıyla değirmiye çevirenler şimdiden acıdan ekmek çıkarmaya kalkışmaktadır. Siz benim kızdığıma bakmayın aslında takdir etmek gerekir böylesi tipleri, zira her koşulda işlerini hal yoluna sokmak herkesin harcı değil. Ama yine de sormadan geçmemek gerek: “ Yahu Mustafa Akar, sen anekdot aktarıp dönemine uygun sakal çevirmekten ne ara fırsat buldun da eski sert İslamcılardan oldun ?