Şiir Devlet Kurar Mı?

21. yüzyılın en belirgin tarafını kitleleri alıklaştırma konusunda elde ettiği başarıda aramak gerekir. Aydınlanma çağının kodları ile canlılığına hareket kabiliyeti katan modern anlayış, gelişim sürecini sadece üretim endüstrisi alanında göstermekle kalmadı, aynı zamanda toplumsal kodların yeniden düzenlenmesiyle de yakından ilgilenen bir manevra alanına sahip oldu. Alışılageldik üretim biçimlerinin dönüştürülerek piyasaya hakim kılınması, mekanizmaya gönüllü dahil olacak insan tipinin şekillenmesinde ciddi bir rol üstlendi. Buharın bulunması sadece tekerleğin hareketine hız katmakla kalmadı,  düşünce dünyasında da derin yarılmalara sebep olacak çatışmaların önünü açmada bir manivela olarak kullanıldı. Psikoloji ve sosyoloji bilimini de yedeğine alan anlayış, bu disiplinlerin ürettiği felsefi yaklaşımı, kendi çarkının dönmesinde işlevsel bir zemine dönüştürdü.

Mekaniğin içselleştirilen ritmi, bir vakit sonra elektronikle canlılığına hız kattı. Bugün geldiğimiz nokta, artık bu hıza yetişmenin mümkün olamayacağının yüzümüze çarpılmasından ibarettir. Hız çağının cilalı büyüsü, yaşamı çerçeveleyen yasanın temel dinamiklerini hızın koordinatlarında aramak gerektiği bir şekilde zihnimize dayatıyor. Hız ve dijitalle şekillenen dünya, bize, sadece hızın ve dijitalin belirlediği alanda düşünme imkânı sağlıyor. Uyarılan bir obje olarak “bakışın” sürekli açık tutulmasını deklare ediyor. Bakışın sonsuz açıklığı görmenin ihtişamına değil körlüğün nomalleşmesine yol açıyor.  Gözün alabildiğine açık olması, zihnin de aynı derecede tepkisizleştirilmesi sonucunu doğuruyor. Gerçeğin kavurucu ateşi artık etimizi incitmeyecek bir büyütecin merceğiyle kendini bize yaklaştırıyor. Dolayısıyla Althusserci bir yaklaşımla, üretim biçimlerinin yeniden üretimi, düşünce biçimlerinin de yeniden biçimlenmesine kapı aralıyor. Bu da günlük hayattaki işlerimizin düzenlenmesinden düşünce dünyamızın şekillenmesine kadar hemen her şeyimizin yeni bir akışa ve bu akışın şekillenebileceği yeni bir yatağın aranması ihtiyacına götürüyor.

Tarihsel bütünlüğün armonisinden koparılmış bir kitle olarak gelmiş olduğumuz nokta, hiçbir şeyin birbiri ile irtibat halinde olmadığı bir dünya manzarası sunuluyor bize. Ceplerimize sığdırılan akıllı telefonlar, internet sunucuları, her türlü içeriği meşrulaştıran veri tabanları sayesinde hiperleştirilen iletişim platformları sadece iletişimimiz değil mekânsal bütünlüğümüzü de sekteye uğratıyor. “Şimdi ve burada” ol(a)ma-manın olumsuzluğuyla iletilen mesaj, alıcısına bir anlam katmadığı gibi mekânın parçalanmasına neden oluyor. Bu simülatif konuşma biçimi dijital kodlarla ayarlanmış bir ses olarak göze çarparken kulak devre dışı bırakılıyor. Böylelikle zihni anlamda kurulmak istenilen rabıtanın mekândan münezzeh kılınan imkânsızlığı görselliğin sonsuza denk açık bırakılan kapısında cansızlığını uzatıyor. Gören ile görülen, nazar ile manzara, söz ile sözün sahibi, ses ile kulak arasında olması gerek bağ dijitalleşmenin getirdiği bir sonuç olarak kopuk, parçalı, bağlamsız bir tekliğe denk geliyor.

Kodlarla konuşuyor, vizörle görüyor, manyetik alıcılarla işitiyoruz artık. Sadece söz’ün olduğunu fakat bu söze açık kulakların bulunmadığı bir alanda sesleniyoruz dünyaya. Tırnak içerisinde söylemek gerekirse; yaratılan bu harikulade kopukluk müştereken hepimizin aynı hızda alıklaşmasına da sebep oluyor. Düzenin tekelleşen işleyişi, iktidarın da tekleşmesini öngörüyor. Buna bağlı olarak düşünceden sanata, şiirden politikaya, sinemadan gündelik hayata her alanda bu tekdüzeliğin alıklaştırıcı izine rastlamak mümkün.

İşlerin tek merkezden yürütüldüğü tuhaf bir merkezsizlik çağında yaşıyoruz. Bir merkezin olduğuna inansak da merkezde olanın ne’liği bir soru işareti olarak rahatsızlığını sürdürüyor. Kitlelere sunulan bilginin, piyasa ekonomisi ve kültürel etkileşimin merkezsizlik üzerinden yürütülüyor olması hem ruhsal hem de fiziki anlamda bireyin de konumunu değiştiren bir etkiye neden oluyor. Mekânsal anlamda konumunu kaybeden bireyin, kendi biricikliği içinde atomize edilerek etkisiz elemana dönüştürülmesinin uzun tarihini yaşıyoruz. Yörüngesizlik, parçacığa dönüştürülmüş bireyin yörüngesi olmuş durumda. Salt enformasyonun cehaleti altında parçalanan birey, aynı zamanda kendini her şeyin merkezinde gören bir aynayla bütünleşme hazzını yaşamaktan da geri kalmıyor. Devler aynasında görünen cücenin paradoksuna benziyor; her şey ile hiçbir şey arasında gidip gelen sarkacın anlamsızlığı. İmaj dünyasında devleşen cüssenin etkisiz bir eleman olarak sadece bir ekran parlaklığı sadedinde yansımasına izin veriliyor. Yansıyan gölge esas olanın önüne perdeden başkası değil.. Herkesin söylediğini söyleyen, herkesin bildiğini bilen, herkesin duyduğunu duyan ortalama biri olmasına rağmen baktığı bu ayna sayesinde olan biten her şeyin kendinden neşet ettiğine inanan bir insan tipi biçimleniyor. Böylelikle rahatlıkla kitlesel tek tipleşmede olağanüstü bir sonuç elde edildiğini söyleyebiliriz.

Tüm bunlar dolayısıyla olağan bir yaşamdan, yaşanmış olanın geride bıraktığı izden bahsedebilir miyiz artık? Görsellikle desteklenen “enformasyon bombardımanı” ile her şeyin kesintisiz bir hızla kendini tekrar etmesi, tekrarın bir yazgı olarak döngüde tutulması, kayda değer bir hatıramızın da olmamasını bir kayıt olarak önümüze sunuyor. Işığa yaslanmış bakışın körlüğü arttıkça aydınlık fazlalaşıyor. Bu kadar fotoğrafın tedavüle sokularak canlılığın habire göze sokuşturulmasındaki o muazzam çaba geriye bırakılacak tek bir hatıranın dahi kalmadığını göstermekten başka ne olabilir ki?

Görme kaybında yaşadığımızın bu hızlı düşüş, 140 karakterli konuşma biçimiyle dilin de tüketilmesine neden oluyor. Bu dijital sarmalda şiir nereye denk gelir, düşünmek lazım? Geleneksel toplumların söze olan inancı günümüz dünyasının görselliğiyle perdelenirken, bir ses olarak şiir kendi iktidarını kurabilir mi? Ses ile sesin sahibi arasındaki irtibatı kopardığımızda, zemin ve menzilden yoksun bir anlamın başıboşluğundan başka bir şey elde edemeyeceğimizi bildiğimize göre, günümüz şiirinin kitleleri dönüştürecek bir etkiye ulaşabileceğini iddia edebilir miyiz artık?

Bu kötümser manzaradan bakıldığında şiirimizden sadece büyük fikirlerin çekildiği sorunuyla karşılaşmıyor, günümüz şiirindeki yaşam imgesinin ne derecede varolduğunu ve gerçeklik ile kurduğu irtibatın sahih olup olmadığını da sorgulamak durumunda kalıyoruz.

Çoğu zaman insana ait bir olgunun içeriğindeki nitelik salt kendi başına gerçekleşebilecek bir imkânla artış göstermez. Niteliğin tebarüzü biraz da çevresel koşullanmayla derinlik kazanır. Artık Dostoyevskivari bir karakteri doğuracak şartlardan uzak olduğumuz biliyor, bir Fuzuli şiirinden duyabileceğimiz derinlikten yoksun olmanın olağanlığını yaşıyoruz. Günümüz dünyasının dayattığı çevresel koşullar ölçeğinde, şiirsel algının piyasaya hakim olamamasındaki sönüklüğü, bu olağan akışın somut bir gerçeği olarak kabul ediyoruz.

Nitelikli çevre nitelikli şiiri de beraberinde getirir. Sosyo kültürel çevrede yaşanan irtifa kaybı şiirsel imgelemin de kırılmasına sebep olur. Olağanüstü nitelikte bir mimarimiz olmadığı için olağanüstü nitelikte bir şiirimiz de olmayacaktır. Modern Türk şiirinin seyrine bakıldığında şiirdeki düşünsel kırılmanın şairin içinde bulunduğu bağlamla doğrudan ilintili olduğu görüyoruz. Birinci yeni diye adlandırılan Garip Akımı’nın şiir anlayışını, iki büyük paylaşım savaşı sonrasında yaşanan trajediye karşı geliştirilmiş boş vermişlik refleksinin tetiklediğini pekâlâ okuyabiliriz. İkinci Yeninin ise, şairin kendi özeline çekilerek, modernitenin dayatıcılığına karşı bir iktidar kurma isteğinin zaruri sonucu olduğunu okumak mümkündür. 1956’da “şiir geldi kelimeye dayandı”  diyen Cemal Süreya içinde bulunduğu bağlamın bir özetini sunmuştu bize. Günümüz postmodern algısında, şiirimizin aktığı mecraya bakarak dayanılacak kelimenin bile kalmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Artık şiir parçalı imajlardan, harflere dayalı ses oyunlarından, dijital kodlardan ibaret bir zeminde gerçekliğini arıyor. Çünkü hafıza dijital ekranlara, dil ise tuşlara teslim edildi. Bu durumu şiirin önündeki bir engel mi, yoksa sıkışan dili şiire ulaştıracak bir çıkışın imkânı olarak mı okumalıyız? Bunu, ancak bir elli yıl sonra dönüp baktığımızda kendini netleştirebilecek bir fotoğraf olarak albümümüzde saklıyoruz.

Tüm bunlar sonucunda diyebiliriz ki; “tüm yeryüzü müştereken alıklaşıyor”. Korkunç olanla yüz yüze olmak da korkunçtur genellemesinden bakarsak, dünyanın sürüklendiği, daha doğrusu, bile isteye sürüklendirildiği bir alıklaştırma operasyonuyla karşı karşıyayız. Kötürümleşmiş bir halde nihayetimizi bekliyoruz. Belli ki Heidegger ve Baudrillard’ın bir umut olarak işaret ettiği noktanın köreltilmesiyle alakalı bir komployla karşı karşıyayız. Neyin hakikati temsil ettiğini, neyin nerede anlam dönüşümüne uğradığını kestirecek zemin çekip alınmış elimizin altından. Yüceltilmiş modernlik hastalığıyla gözümüz indirilen perde ancak onun dışında kendini gerçekleştirmiş bir bıçakla yırtılabilir. Her şeyi modern algının etrafında şekillendirmeye çalışan ortalama dünya vatandaşı olmak, yürürlükte olan dünya iktidarının en güzidesi olarak öne çıkarılmaya yetiyor. Modernitenin dayattığı vasatlığı erişilmiş bir zirve olarak kabullenmenin dışına çıktığımız an perdeyi yırtmış olacağız. Ben yine de, her ne olursa olsun, bilerek ya da bilmeyerek gazabına uğradığımız bu çürümenin nihayetinde bir dirilme olacağının umudundan başka seçeneğimizin olmadığını düşünüyorum. Bir düzeltici ya da iyileştirici bir aksiyon; ne zaman ki sorunlara yönelik sorularımızın hatları belirginleşir işte o zaman cevaplarımızın bir karşılığı olacağına inanıyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir