Horozlu Ayna’nın Hüznü: Cevdet Karal

Horozlu Ayna ve Ölüm, lise son sınıfta okuduğum yıllarda elime geçmişti. Yani tam da kitabın basıldığı yılda. İlk gençlik yıllarının kaygılı, bulanık ve karamsar zamanlarına denk gelmişti Cevdet Karal. 1998 yılının ortalarıydı. Kaşgar dergisinin edebiyat ortamında patronal hava estirdiği zamanlardı yani. 28 Şubat’ın siyasal gerginliğinde birinci sınıf kâğıda basılı, hacimli ve varsıl bir dergi görünümüyle hafızalarda yerini almıştı Kaşgar. Merkezde duran, sağcı – muhafazakâr bir edaya sahip olsa da solun Kitap-lık’ına benzer bir soluğu üflüyordu etrafına. Rasim Özdenören, Âlim Kahraman, Mustafa Kutlu,  Cahit Koytak, Birhan Keskin, Cihan Aktaş, Ali Çolak ve Ömer Erdem gibi hatırlayamadığım birçok ismi bünyesine alarak edebiyat dünyamızın yönünü daha nitelikli bir mecraya çekmeye çalışıyordu. Ortamın harlanıp harmanlaştığı zamanlarda bile popülizme pirim vermeyen, tribünlere oynamayan bir vakarla sarılmıştı edebiyata. Edebiyat dünyasında olan bitenlere karşı “acaba Kaşgar bu konuda ne demiş” diye kulak kabartılan bir dergi olarak Kaşgar, elde tuttuğu o sahiciliğiyle tayin ettiği yönden en ufak bir sapma göstermiyordu.

İlk gençlik yıllarımdı, bıyığı yeni terletmiştim. Bir ucundan bu işlere bulaşmış yeni yetme bir olarak, ortamın ne getirip ne götürdüğü hakkında da esaslı bilgilere sahip olmadan etrafı anliz etmeye çalışıyordum. Tersinden bir bilinçsizlik durumu da denilebilirdi buna. Hantal bir tembelliğe bağımlı, ders mi kitaplar mı ikileminde yönünü hep kitaplara çeviren, özellikle şiire ve klasiklere düşkün haytanın tekiydim. Nasıl olmuşsa Kaşgar dergisinin, işin gösteri tarafına değil de ruhuna eğilen bir ciddiyet taşıdığının farkına varmıştım. Tüm sayılarını takip ettiğimi söyleyemem ama o dönemler adından sıkça bahsedilen bir dergi olduğunu çok iyi hatırlıyorum. İşte o dergiden biliyorum Cevdet Karal’ı.  Horozdan Korkan Oğlan’ı Türk şiirinin bıçkın delikanlısı Metin Eloğlu vesilesiyle tanımıştık. O fukaralığı, o ceplerde saklanan ve içine daldırılan her eli ısıran yokluğun paslı ucunu, pencere ölülerinden yapılan daracık Üsküdar’ı, saksıya dikilen bahçenin umudunu Eloğlu’nun kara mizahıyla fotoğraflayıp idrakimize sokuyorduk. Horozlu Ayna ve Ölüm ise gittikçe karmaşıklaşan ilişkiler yumağında sözü sadeleştirip daha minimal bir kıvamda sunuyordu meramını okuyucuya. Cevdet Karal’ı yakından tanımıyordum ama Horozlu Ayna ve Ölüm’ü kitapçı rafında görünce bir çırpıda satın alma gereği hissetmiştim nedense. Lirizmin ruha sükunetle dokunan ürpertisi gibi muteber, dingin ve telaşsız bir bilginin hafifliği gibi marjinal gelmişti bu başlık bana. Horozlu Ayna ilk baskısını Kaknüs’ten çıkarmıştı. Kapakta, Cevdet Karal’ın hafif yana dönmüş, dik ve derinlemesine saplanan bakışları duruyordu. Objektife doğrudan bakamayanlarda görülebilecek bir tedirginlik asılıydı o bakışlarda. O yıllarda şairleri ancak kitap kapaklarına basılan fotoğraflarından tanıyabiliyorduk. Şair fotoğraflarının kitap kapaklarına basılması tam olarak neyi amaçlıyordu bilemiyorum ama yine o yıllarda Adam Yayınları’ndan çıkan şiir kitaplarının kapaklarında da bu türden fotoğraflar basıldığını hatırlayınca, bunun, yapılan işi pazarlama cazibesine büründürerek satışları artırmayı hedefleyen o yıllara ait bir moda olduğu kanaati pekişiyor bende nedense. O kapağa basılan fotoğrafın bütün çizgilerinde, kapağının dışına taşan, mahcubiyetle karışık vakur bir hüznün heykelleşen anıtı yükseliyordu. Yanlardan hafifçe dökülmeye başlamış saçların alnın üzerindeki hüzün yazgısını kapatma çabası ayrıca okunarak, o gençlik tazeliğindeki metafizik gerilimin altı bir daha çizilmelidir. Fotoğrafı bütünleyen tek şeyin daha çok hüznün başatlığı olduğunu söyleyebilirim. Fotoğraf büyüdükçe bütün piksellerde hüznün derinliği aşikâr kılınıyordu sanki. Mütereddit, mahcup ve kaygılı bir adamın objektife akan hüznü! Biraz da o yüzdeki ifadenin vakur burukluğuydu bana bu kitabı satın aldıran şey.

Cevdet Karal’ın adını Kaşgar dergisi dolayısıyla duymuştum ama şiiriyle esaslı bir irtibatım o güne kadar hiç olmamıştı.  Kitabı raftan indirip giriş kısmında yazılanlara baktığımda daha bir ilgimi çekmişti Cevdet Karal ismi. Tanrısız sanatın zilletinden bahsediyor, sanatın kıyamet provası olduğunu vurgulayıp, en büyük başkaldırının secdede başladığına değinerek çağının tanıklığına esaslı şerhler düşüyordu. Herkesin rengini gizlemekte olduğu o gri zamanlarda sanat ve hayat görüşünü Allah’ın varlığını ululayarak özetliyordu. O minicik kitaplığımda ayrı bir özenle yerini almıştı Horozlu Ayna ve Ölüm. Horozlu Ayna’nın Cevdet Karal’ın imgeleminde neye karşılık geldiğini kestirmek mümkün değilse de, o gün, o kitap kapağında “okuduğum”  ifadenin bana,  çocukluğumda yediğim iftarlık horoz şekerlerini hatırlattığını anımsıyorum. Ağza yapışıp kalan açlığın cam gibi bir tatla sökülüvermesinin adı olarak kalmıştı bende bu duygu. O gün bu gündür Horozlu Ayna ve Ölüm’ü çocukluğuma ait iki imgelemin birbirine dayanan masumiyet takviyesine benzetirim hep: Çocukluk ve ölüm! Ölüm duygusu karşısında sarsılarak anlamsızlaşan çocuk ruhumun horoz şekerleriyle sağaltılmasına benzer bir şeydi bu tanım. Travmanın olağan kıvamında bırakılması olarak da okunabilir.

Yıllar yılları kovaladı. Horozlu Ayna ve Ölüm şiirleri ile aramda on yılı aşkın bir zaman aralığı açıldı. Bu zaman diliminde ara sıra Cevdet Karal’ın ismine denk geliyor ve yazdıklarını dikkatlice okuyordum. Bir ara Yedi İklim dergisinin editörlüğünü yüklendiğini duyunca Yedi İklim’in kaliteyi daha bir yükselteceği kanaati uyanmıştı bende. Sanırım o sırada kült dergiler arasına girecek olan Mehmet Akif Özel sayısından başka bir iş üstlenmedi Yedi İklim’de Cevdet Karal. Özellikle o özel sayıdan sonra Cevdet Karal daha saygıya değer bir isim olarak saklı kaldı hafızamda.  Daha sonra 2010 yılının Mart’ında, Balıkesir’in küçük bir ilçesi olan Dursunbey’de Suçıktı Şiir Akşamları programında kendisiyle tanışma imkânım oldu. Ayarlanmamış, randevusuz, herhangi bir sözleşmeye dayanmaksızın gerçekleşen kendiliğinden bir tanışma olmuştu bu. Geceden sabaha kadar uzanan yorucu bir yolculuk esnasında onun sükûnet halindeki doğallığına ara ara göz gezdirerek geçirmiştim vaktimi. “Şair cemaatinin” söz söylerken amuda kalkan abartılmışlıklarına, her fırsatı parlak bir numarayla değerlendirme hezeyanlarına ve tahammülü zor kahrolası artistik pozlarına karşın o Heidegger metinleriyle sükûnetine perçin vuruyordu sanki. Kimseye ilişmeden ve de kimseyi kendisine iliştirmeden köşesinde bekliyordu. Mısra gelmiş kaba etimize dayanmıştı ama o, kendi çeperinde, yekûn bir sessizliliğin etkileyici büyüsüyle etrafına var olmanın yokluğunu sızdırıyor gibiydi. Gözlerini dışarıya değil de içine dikmişti. Kendime yakın gördüğümden kahvaltıda, öğlen yemeğinde ve neredeyse bütün gün Cevdet Karal’ın yanında bulundum. Sözün mahremiyetine duyduğu saygıdan olacak ki konuşmasında bir ağırlık vardı. Anlamın derinliğine sahip olanların ağzından kelimelerin ağır ve tane tane dökülmesine benzer bir ritime tutunuyordu cümleleri. Onu bu haliyle istiridyeye benzetmiştim; varlığın bir damlasından fazlasına tamah etmeyerek içinde bir inci büyütme imkânı yakalayan istiridyeye. Artık benim için soylu bir çehre, uzak bir akrabaydı Cevdet Kral. O gün bugündür şiirlerini bir arkeolog titizliğiyle kazıdıkça altından hep aynı simyanın mührünü görüyordum: asalet!

Tıp Fakültesi’ni üçüncü sınıftan terk etmiş olmanın asaletini görüyordum. Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk eylemiş bir dervişin derin yalnızlığı açığa çıkıyordu imgelerinde. Şairliğini, ruhunun harcına karılmış bir maya olarak tutan vakarıyla, görselliğin pornografik çölünde gözü işaret eden zarif dedektörler gibi güzeli göze yaklaştırıyordu. “Yağmurdan sonra okunabilen harfler”le doğuştan şair olanların yetenekli sezgisini birleştirerek sözü cömertçe meyvelendirmenin bereketli toprağına bırakıyordu. Bir elinde taşıdığı lirin heybetine karşılık diğer elinde bibloların uçucu keyifçiliği duruyordu. Esrarını da buradan alıyordu: çalkantının en heybetli yerinde dik ve vakur durabilmenin az bulunur olasılığına tutunuyordu. O olasılık şiirdir. O olasılığın her tarafını kurcalıyordu. O kurcaladığı da şiirdir. Şiirin minimalidir. Bir yandan altındaki kaygan zemine desenler verirken diğer yandan asıl olanın gökselliğine o olasılık aracılığıyla değiniyordu. Akademyayı, İlahiyat Fakültesinin bahçesine gömerek ödüllendirmesi metafiziğe suikast düzenleyenlerin merdivenini yıkma girişimi olarak okunmalıdır. Dipnotlarla, kravat ve unvanlarla adını cilalamaya kalkışan kasabalı akademisyenlerin içinde boğuldukları çukuru, ince mizahın karalığıyla açığa çıkarıyordu. Lirizmin zeki ve yetenekli bir adamı olarak, unvanını boynuna deli yaftası gibi asıp böbürlenenlere kaybettikleri tımarhanenin yolunu gösteriyordu. İşaret parmağında bir çılgının kılavuz fişekleri. İşte bu yüzden seviyordum Cevdet Karal’ı. Yüzyılın, malumat balyozuyla yamulttuğu talihperest kalabalıklarına karşı o, görünmez olanın gölgesinde kendi çeperini onarıyordu. Görünmez olanın gölgesinde görünür olanın aşırılaştırılmış kabalığına dikkat çekiyordu. Velûd kaleminin hep var olması dileğiyle…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir