Fethullah Gülen Tamam! Peki, Ya Risaleler?

Padişah yumurta çalarsa, adamları ülkede tavuk bırakmaz. (Cengiz Han)

Fethullah Gülen hareketinin gelmiş olduğu kanlı nokta, böylesi bir hıyanete teşne olan cemaatin hangi saiklerle şekillendiğini irdelememiz açısından bir fırsat sundu bize. Bu açıdan Gülen cemaatinin sadece örgütlenmesindeki masonik hiyerarşiye değil aynı zamanda bu yapıya ruh veren doktorinel tarafların da gözlem altına alıp incelenmesi gerekmektedir.

Evvela cemaatini histerik ağlama nöbetleriyle ikna eden Fethullah Gülen’in konuşmalarında sergilediği hareketlerden hitabet sanatında kullandığı etkileyici numaralara, patalojik söylemlerinden fikirsel altyapısından psikolojik durumuna kadar hemen her şey akademik bir çalışmaya konu edilmelidir.

Cemaat içerisinde nasıl bir dil kullanılıyor? El attığı gençler nasıl birer robota dönüştürülüyor? Cemaatin kurum ve kuruluşlarına verilen isim ve remizler ne anlama geliyor? Örneğin cemaate ait olan Kimse Yok Mu Derneğinin logosunda neden Horusun Gözü var? Cemaatin internet yayıncılığını üstlenen siteye neden Herkül denen mitolojik bir tanrının adı veriliyor? Feza, Sızıntı, Merkür, Samanyolu, Zaman, Işık, Prizma, Adanma, Şakirt gibi kavramların özellikle hristiyanlıktaki karşılığı nedir? Darbe girişimcilerine birbirlerini tanımaları için verilen 1 dolar sembolik olarak neyi işaret ediyor? Hakim, savcı, general gibi yüksek rütbelere gelmiş adamlar “okunmuş dolar”larla nasıl ikna edilebiliyor? Cemaatin kullandığı sembollerden edindiği retoriğe kadar hemen her şey akademik bir ciddiyetle masaya yatırılmalıdır? Gerek hermenötik, gere etimolojik, gerek psikolojik,  gerek teolojik, gerekse sosyolojik anlamda, farklı disiplinlerden oluşan uzman bir kadroyla cemaatin bütün “sırlı” veçheleri açığa çıkarılmalıdır.

Tarih bize göstermiştir ki; geleneği olmayan, silsile-i meşayıhdan yoksun nev zuhur cemaatlerin tamamı köksüz olmakla beraber ileride kullanılmak üzere tedavüle sokulmuş birer projedir. Bu tür yapılanmalar dün olduğu gibi bugün de büyük istihbarat güçlerinin oyuncağı olmaya adaydır. Bugün bunun en bariz emsalini Gülen cemaatinde alalen görmekteyiz. Gelinen bu durum, yarın hangi köksüz cemaatin neler yapacağı konusunda bizi teyakkuzda tutmalıdır. Bu yazıyla Gülen yapılanmasının masonik, ezoterik taraflarına dikkat çekmek niyetinde değilim. Bu zaten herkesin bir şekilde bilip dillendiremediği bir olgu! Ben daha çok bu cemaatin fikriyat temelini besleyen doktrinel zeminin eleştirilebilir hale gelmesini hedeflemekteyim.

Genelde dünyada özelde ise Türkiye sathında dokunulmasına rıza gösterilmeyen belli başlı alanların olduğu hepimizin malumudur. Örneğin dünyada sehven dahi olsa skandala kurban gitmeyecek hiçbir kurum ve kuruluş yokken ilaç ve silah sanayi alanları hiçbir skandala kurban verilmeyecek bir dokunulmazlık zırhına sahiptir. Bu iki dokunulmazın kırdığı tabaklar televizyon ekranlarında gösterilmeyecek kadar da mahremdir.  Bu durum sadece bu iki alanla sınırlı değil. Sanattan edebiyata, sinemadan bilime, şiirden öyküye, romandan müziğe kadar birçok alanda dokunulmazlık rütbesi kazanmışlara hiçbir eleştiri yapılmadığını, yapılanların ise bir şekilde cılızlaşrtırılıp periferiye çekildiğini biliyor, görüyor ve duyuyoruz.

Bu durumun birtakım dini cemaatlerde, belli başlı ideolojik yapılanmalarda da görmek mümkün! Mesela ne Hristiyanlığı ne de Hinduluğu konusunda emin olamadığımız Mahatma Gandi isimli yıldızlı şahıs, barış adamı kisvesi altında bütün dünyanın saygı duyacağı bir dokunulmazlık zırhıyla kuşatılmıştır. Öyle ki bu ve benzeri adamlar, eleştirenin taşlanıp linç ettirildiği bir kutsiyete büründürülmüştür her zaman.

Daha fazla isim vererek mevzuun cephesini genişletmek istemem ama Türkiye’de de belli başlı adamlara ve alanlara kolay kolay “sataşılamadığı” bilinen bir olgu. Gerek dünyada gerekse Türkiye’de bazı şair, romancı, müzisyen, sanatçı, tarihçi, din adamı, yazar, çizere karşı “sataşılamazlık” konsensüsü oluşturulduğu herkesin bilgisi dahilindedir.

Bu genellemeden yola çıkarak Sadi Kürdi’nin gerek şahsı gerekse kaleme aldığı risalelerin de bu tarz bir dokunulmazlık alanına çekildiğini inkâr edemeyiz. Özellikle milletin ihtimam gösterdiği en cerbezeli konularda cesurane söylemler savuran modernist teorilerin kalesi ilahiyat camiamızın risaleler hakkında etraflı bir eleştiride bulunmayışı dikkate şayandır. Bu milletin itikaden mayalanıp neşvünema bulmasında önemli roller üstlenmiş klasik metinleri bile hurafe ve bidat hükmü gereğince yer ile yeksan eden sözüm ona teologlar, risalelerdeki hurafelerle ilgili tek sakıncalı söz söylemekten imtina etmişlerdir. Salt Kur’an mealciliği ile âlimliğini ispat eden zevat Hadisi Şeriflerin akılcılıktan yoksun olduğunu, müfessirlerin İsrailiyatta boğulduğunu tereddütsüz söyler iken Kur’an tefsiri olduğu söylenen risaleler bahse konu edildiğinde anlaşılmaz bir suskunluğa gömülmeyi tercih etmişlerdir.

Amacım ne Sadi Kürdi’yi ne de kaleme aldığı metinleri itibarsızlaştırmak. Kırk yıldır dinler arası diyalog martavalıyla ‘Çağdaş İngiliz Yahudi Medeniyetinin’ değirmenine su taşıyan bir yapının akıl almaz büyüklükte bir hıyanete teşne olduğu ortadadır. Böylesi bir hıyanete teşneliğin çok çeşitli saikleri olabileceği gibi bu hıyaneti gerçekleştiren cemaatin okuyup yazdığı, koşulsuz ittiba ettiği metinler de ortadadır. Allah ve resulünün sözleri haricinde hiçbir şeye kutsiyet atfedilemeyeceğine inanan biri olarak;  bu hıyanet vesilesi ile malum cemaatin bütün veçheleri didik didik edilirken doktrinel zemininde bulunan risalelerin es geçilmesi hakkaniyetli bir sonuca ulaştırmaz bizi. Eleştirilerim bu minval üzeredir.

Genel olarak baktığımızda, diğer Nur cemaatlerinin Fethullah Gülen cemaatine yönelik eleştirel yaklaşımlarının bu cemaatin risaleleri “tahrif” ettiği üzerine kurulu olduğunu görüyoruz. Özellikle tahrif kelimesi üzerinden yapılan bu eleştirilerin risaleleri İncilin tahrif edilmesine benzer bir kutsiyete sokmadığını söyleyebilir miyiz? Bunu gelişi güzel bir hüsnü niyet ya da bir tesadüften mi ibaret saymalıyız?

“Diyalogun mimarı, ne üstat hazretleri ne de başkalarıdır. Asıl mimar, kitabımızın kendisidir.” diyerek Allah’a iftira eden bir zihniyetle karşı karşıyayız. Bu zihniyetin, 1950’de papaya mektup yazarak “dinsizlik cereyanına karşı Hristiyanlıkla birlik olmalıyız” diyen Saidi Kürdi’nin zihniyetinden beri olduğunu söyleyebilir miyiz? Veya Gülen’in dinler arası diyalog projesinde rol almak istediğini beyan eden mektubunun 1950’deki mektubun bir izdüşümü olduğunu görmezden mi gelmeliyiz? Koca İslam âlemi dururken özellikle Papalığa gönderilen bu mektupların hangi saiklerle yazıldığını sorgulayamamak bir kutsiyetin mi gereğidir?

Risalelerin genelinde vurgulanan mehdi, deccal, mesih, geleceği öngörmek,  rüya, gaybî âlemler, keşf gibi metafizik şahsiliklerin ikinci kişileri de bağlayabileceğini itikaden nereye koyabiliriz? Bir şahsın gördüğü rüyanın ulûhiyet derecesine çıkarılarak itikadi bir konuma sokulması ne derece doğrudur? Gülen’in dünya basını karşısında “Bana ölmem için on kere büyü yaptılar” dediğine hepimiz şahit olduk. Gülen ve avenesinin rüyayla, tılsımla, büyü ve cin gibi metafizik mevzularla bu denli içlidışlı olmasında risalelerin hiç mi rolü yoktur?

Gazali’yi vasıfsız bir konuma düşüren, İbn Arabi’ye müşrik diyecek kadar hadsizleşen, Mevlana’yı eşcinsellikle itham eden, bununla kalmayıp devasa hadis külliyatını neredeyse zayıflık fehvasınca itibarsızlaştırıp saçmalıkla tahkir eden modernist İslamcılar,  Saidi Kürdi ve risaleler konusunda neden aynı direnci gösterememişlerdir? Bu geri çekilmeyi cemaatin heryerdeliği ile ilgili bir korkuya mı bağlamalıyız yoksa risalelerin kutsal dokunulmazlığıyla mı izah etmeliyiz?

Hiç kuşkusuz ki insan eliyle çıkan her metin gibi risaleler de kendi döneminin psikolojisi ile kaleme alınmıştır. Saidi Kürdi’nin mucize ve kerametler karşısında özellikle fen bilimlerine dayalı izahatta bulunması, bu metinlerin mevcut dünya sistemince dayatılan modern düşünceye göbekten bağlı olduğu anlamına gelmez mi? Buradan yola çıkarak Saidi Kürdi fikriyatının hem bâtınilik hem de modern düşünce biçimi ile şekillendiğini inkâr edebilir miyiz? Diğer yandan Saidi Kürdi’nin Cumhuriyetperver karıncası* ile kapitalist fikriyatın masalını kurgulayan La Fontaine’in karıncası arasındaki benzerlik basit bir tesadüften mi ibarettir? Yusuf Kaplan’ın her fırsatta dile getirdiği üç ümmiden biri olan Saidi Kürdi’nin ümmiliği bu anlamda sakatlanmış değil midir?

Fikri temelini modern bilimin verileri ile destekleyen birinin risaleler için “bana yazdırıldı, kalbe ihtar edildi” telkinini ne kadar ciddiye alabiliriz? Bu şekil tehlikeli telkinlerde bulunan bir fikriyatın Fethullah Gülen gibi Mesiyanik cemaatlere can suyu olacağını göz ardı mı etmeliyiz? Hitler vahşetinin, Heidegger fikriyatından beri olamayacağı söyleniyorsa şakirtlerin bu kabalist, kapalı ruh hallerinde risalelerin hiçbir payının bulunamayacağını nasıl iddia edebiliriz?

Son olarak dünya edebiyatının binlerce sayfalık klasik metinlerini çoluk çocuğa çerez edip kuşa çeviren zihniyet neden risalelerin sadeleştirilmesine itiraz etmektedir? Risalelerin sadeleştirilip günümüz Türkçesine uyarlanması konusunda orijinalitenin bozulacağı endişesini taşıyanlar, bu kitapları Latin harfleriyle basarken metinin orijinalitesine ihanet ettiklerini düşünmüyorlar mı? Sadeleştirilme noktasında gösterilen bu anlamsız direnç risalelere atfedilen kutsallığın bir sonucu mudur? Yoksa bu, metnin kolay anlaşılırlığının önüne geçerek her risale okuyucusunu büyülenmiş kıdemli şakirtlere mecbur bırakma niyetinden mi kaynaklanmaktadır?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir