Eşyanın Anlam Katındaki Sembolik Zenginliği Ya da Şiirimizin Sandalyesi Neden Eksik

İnsanoğlu yaşamı boyunca beraberinde bulundurduğu eşyaya, kendi konforunu koruyucu bir anlam yükleyerek yaklaşmıştır. İnsan elinde şekillenen eşyanın varlık boyutu, yaşam denilen alanı rahata kavuşturucu bir estetizmden başkası değildir. Bir eşyanın hayatımızdaki lüzumluluğu yapageldiğimiz işlerin kestirme bir yolla kolaylaştırılmasından başka ne olabilir ki! Eşyanın “kullanılabilir” olan ehilleştirilmiş doğasıyla insanın “kullanabilir” olan bozgunculuğu arasındaki bu uyum, hareket kabiliyetimizin olağan bir manevrasıdır aslında. Bu manevra dolayısıyla herhangi bir eşya ile benliğimiz arasında kurmuş olduğumuz irtibat, o eşyanın hayatımızdaki kullanılabilir olma potansiyeliyle doğru orantıda uzayıp kısalan bir mesafesi vardır. Hayatı zorlaştıracak bir eşyanın yanı başımızda bulundurulmasına sanırım pek müsaade edecek bir budalalık taşımayız hiçbirimiz. Bir eşyanın hayatımızdaki kabul görmüşlüğü onun beceri dünyamızdaki iş görürlüğüyle yakından alakalı olduğunu biliriz. Bizim beceri alanımızın genişliği ise eşyanın varlığını oluşturmakla beraber onu iş gören bir niteliğe büründürür. İşin ucu her nereye çıkarsa çıksın varacağımız en son nokta eşya denilen somutluğun bizim muhayyilemizin sınırları içerisinde tasarım noktasına getirilmiş bir obje olarak hayatımızın her alanında mevcudiyetini sürdürebilirliğidir. Bu mevcudiyetin süreğenliği ise yine bizim müdahalemiz sonucunda başlatılan ve bitirilen bir süreç olmaktan öteye gidemez. Diğer yandan her eşyanın insanoğlunun omuzladığı bir yükü hafifletme amacına yönelik bir istekle ortaya çıktığı gerçeğiyle yola çıkacak olduğumuzda, eşyanın yine insanın uzuvlarıyla ilişkili bir yanı olduğu kanaatine varacağız ki; bu durum da bizi, uzuvlarımızın hareket kabiliyetiyle eşyanın arasındaki mükemmel uyuma götürecektir. Belki de bu yüzden bir uzvun hareket kabiliyetine  düşen şeye biz eşya diyoruz. Bir elenin hareket kabiliyeti neyse, o elin kullanacağı eşyanın tasarısı da o kabiliyet çerçevesinde varlığa dönüştürülmüş bir biçim olarak önümüzde durur. Uzvun manevra imkânı ile eşyanın tasarımı arasında kabul edilebilir bir fitlik vardır. Eşya bize kendi bilgisiyle gelmez, biz onu muhayyel bir bilgiyle tasarlayarak oluş katına yükseltiriz. Böylece eşyanın kullanım kataloğu, kendi akli melekelerimizin tasarıma dönüştüğü anda zaten kendiliğinden ortaya çıkmış olur.

 

Eşya, bir yandan dış dünyamızın etrafında bir görüngü olarak somut gerçekliğini duyularımıza yansıtma yoluyla hissettirirken bir yandan da zihinsel olarak içimizde karşılanan bir anlam bütünlüğüyle kendine bir değer payesi biçer. Algı kabiliyetimizin genişliği ve karakter yapımızı oluşturan unsurların içeriği kullandığımız her eşyayı içimizde oluşan bir anlam alanıyla örtüştürecektir elbet. Algılanan eşyanın bütünlüğü, bizim algı dünyamızda bir değer olarak oluşturduğumuz unsurlarla örtüştüğü anda imgesel olarak da bir değere biner. Bu değer dolayısıyla insan bazı eşyaya olanca dikkati gösterirken bazısına ise bayağı bir alakayla yaklaşır. Daha sade bir söyleyişle bir eşyanın bizdeki karşılığının sıradanlaşması, o eşyanın zihnimizde oluşturduğu herhangi bir değerle örtüşemediğinden ileri gelir.

 

Eşyalarla aramızdaki ilişkinin ünsiyetini bıraktığımız anda ölü birer varlıklara döneriz. Eşyanın sessizliğinde devingen bir ses olabileceği gibi hareketsizliğinde de bize canlı olduğumuzu hatırlatan anlaşılmaz bir hayat nabzı vardır. Bu hayat nabzı beraberliğinde eşyanın hareketsiz doğasıyla varlığının, orada, hemen yanı başımızda yaşamımızın karmaşıklığına eşlik ettiğini duyumsarız. Diğer yandan eşyanın insan hayatına benzer bir hayatı vardır. Eşya, bir ömre sahip olduğu gibi, o var kabul ettiğimiz, ömrün nihayeti olan bir ölümü de içinde taşır ki; malzeme yorgunluğu bu ölümün müsebbibi olarak eşyanın nihayetine yakın bir yerde kendini ortaya çıkarır. Teknik bir mühendislik tanımı olarak malzeme yorgunluğu, eşya için bir nevi ölüm öncesi sekerat anıdır. Bir eşyanın iş görebilirlik unvanı elinden alındığı vakit defni acil bir ölüye dönüşür. Eşyanın varlığının bitişine konumlandırılmış olan bu ölüm teması elbette ki onun makamını canlılar katına yükseltmeye güç yetiremeyecek soyut bir temadır. Böyle olmasına rağmen eşyadaki ölüm hatırlatıcılığı, bize yaşamın göze alınabilecek sıkıntılarını da gösterecektir. İnsan, eşyadaki soyut ölümün soğukluğunu hissedince nefes alıp vermenin hayatta olmaya dönük sağlam bağının somutluğuna varacaktır. Bu da eşyanın insana yaşıyor olma hissiyle beraber iş becerme kabiliyetinin sürekli yükselen çizgisindeki gelişimini gösterir.

 

Her evin, daha genel bir ifadeyle her mekânın, kendine özgü bir eşya yerleştirme dizaynı vardır. Bir dolabın, bir masanın, bir radyonun, bir vazonun yahut bir komidinin nerede nasıl duracağına ev sahibinin zihinsel tasarısı karar verir. Bu meyanda eşya, kabul görmüşlüğünü kendi kullanıcısının tasarısındaki estetiğe borçludur. Bir odada kurulu vitrininin içinde arzı endam eden biblonun eşya olarak orada duruşu bir insan becerisini karşılamaz elbette. Biblo olarak kabul ettiğimiz şeyin karşılığı, tahayyül edilmiş hazzın tatminine yönelik bir yer eder insan zihninde. Bununla beraber sanata yönelik tarafıyla ortaya çıkmasında ise o şeyin eşyalaşmanın sınırlarından uzaklaşması anlamına gelebilir. Zira işlerliği el ile olmayanın eşyalaşması bahse konu edilemezken bile bu durum kendine eşyanın dışında da bir yer edinemez. Bu anlamda duvara asılı bir tablo gözün ilgi alanına hitap ederken bir makasın ilgi alanı sadece parmaklarla sınırlı kalmayıp kesmeye de yönelik bir işlerlik arz eder.  O halde eşya dediğimiz şey ya bir amaca yönelik olmasıyla işlerlik kazanan ya da hazza muhatap bir yakınlıkta durmakla kendi sınırlarını belirlemiş olandır diyebiliriz. Yani bu haliyle iki şey arasındaki işteşliğe de bir vurgu yapmak gerekecektir. Bu sonuç üzerinden giderek, varsaydığımız bu işteşliği kabul ettiğimizde, eşyanın kısa bir tasnifini de kurgu düzeyinde yapmış oluruz. Örneğin bir arazide kendi doğal varlığını oluşturmuş olan ağaç ya da bir kaya parçası bizim ilgi dünyamızda eşyanın edinmiş olduğu makamı asla ele geçiremeyecektir. Zira bir ağacın el ile işlenmiş olarak ortaya çıkarılması mümkün olmayacağından eşyalaşması da imkân dışında kalacaktır. Bir kaya ya da ağaç parçası yontulup iş görebilir bir vazifeye büründüğü zaman artık o bir kaya ya da bir ağaç parçası değil, bizim el ile temasa geçip iş görme kabiliyetimizin sınırlarına girmiş bir eşyaya dönüşmüştür. Diğer türlü olunca, orada kendi doğallığını tamamlamayla iktifa eden bir görüngü olarak kalacaktır.

 

Bir sandalyenin zihnimizdeki karşılığı nedir? Dört bacağı, yaslanılacak ve oturulacak olan kısımlarıyla bir sandalye sadece gündelik kullanımlara yönelik herhangi bir eşya niteliğini mi taşır? Masanın şiiri yazıldığı halde sandalyeye karşı gösterilen bu kayıtsızlık kötü bir kasıttan mı ibarettir? Oysaki kadim zamanlardan modern zamanların bu karmaşık günlerine kadar sandalye, hep aynı simgesel değeriyle tahayyül dünyamızdaki yerini koruya gelmiştir. Nasıl ki masa dediğimiz eşyanın simgesel karşılığı bol çeşnili yeme-içme kültürünün doyurulamaz oburluğuyla denkleşiyorsa, sandalyenin simgeselliği de yorgunluk giderici bir eylem olan oturuşa ve bu oturuşun yüklendiği bilgelikle denkleşir. Bir kral tahtının halka dönük izdüşümü olan sandalyenin giremeyeceği bir alan tam anlamıyla yoktur. Evlerde, ofislerde, okullarda, askeri kışlalarda, sivil kuruluşlarda, kahvehanelerde fabrikalarda, kampüslerde, yurtlarda ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz hemen hemen her yerde sandalyeye ayrılmış bir yerin olduğu hepimizin malumudur. O halde sandalyenin masa karşısındaki yersiz dışlanmışlığı ve haksız gözden düşürülmüşlüğü karşılığı zor verilecek bir soru olarak önümüzde duruyor olmalı! Sandalyenin masa karşısındaki suskunluğu masayı edilgen kahraman kılarken, masanın kişiye bırakmış olduğu aidiyet hissi sandalyeyi muhalif bir alanın simgesi durumuna sokar. Sandalye muhaliftir! Çünkü bir adamın oturuşudur onu muhalif kılan. Bir oturuşun gizeminde fikrin eyleme sokulabilir potansiyeli sancılı bir varlık olarak kendini saklı tutar. Sandalye suskundur, zira masanın çok sesli oburluğu sandalyenin bireysel tekinliğini kısmi olarak gölgede bırakırsa da sandalye her zaman ancak bir atın taşıyabileceği büyüklükteki bir vakarı tekil ve ayakta kalabilme yeteneğiyle elde bulundurur. Masa, sabit olma imkânıyla hantallaşmış bir oturaklıkla kurumlanırken sandalyenin gezgin ruhuna bitişik olan özgürlükçülüğü daha coşkun bir dinamizmi temsil eder. Masa durağanlığın sıkıcılığıyla denkleşirken, sandalye devingenliğin hafifliğiyle eşdeğer bir yakınlık kurar. Masanın ilkel kabilecilik anlayışı etrafında kümelenme gerekliliği, sandalyede bireysel bir toplaşmanın yalıtılmış yalnızlığına işaret eder. Masa, etnik bir kimlikle kendi olma şansını devam ettirebilirken, sandalyenin etnik kökeni bütün dünya halklarına mal olmuş gerçekliği hasebiyle ortadan kalmıştır. Bir oda içerisinde masa belirgin olmasıyla dekoratif bir omurgaya dönüşme bahtsızlığına yakalanırken sandalyenin naifliği bu omurganın en nazenin süsüdür. Sandalye çekip alındığında masadan arta kalan sadece kabalığa bulanmış hantallık olur.  Masa her şeyi üzerinde taşıma gücüyle abartıya vardırılmış bir kibre batmışken sandalyenin onuru sadece kendini ve üzerinde bulunan kişiyi taşıma bilinciyle üç kat daha artma kemniyeti gösterir. Masa, görece bir değer olarak zihinden zihine değişiklik arz ederken sandalyenin kalıplaşmış kişiliği her zihinde aynı flaşın patlamasına neden olur. Masa dediğimiz şey bürokrasi kibrinde kurumludur. Kravatı hatırlatır masa. Masanın resmiyetle mücehhez üniforması sandalyenin sivilliğine yaklaşamaz. Bir iktidar aygıtı olarak masa toplanılan alana işaret ederken sandalye bir başınalığın ilkelliğini temsil eder. Sandalyede kazanılan vakar masa başında kaybedilir.

 

Sandalye, ikili bir ilişkinin birlikteliği noktasında bir raptiye vazifesine bürünebilir. Çünkü sandalyenin ağırbaşlılığı kişinin ölçülü hareket etmesine sebep olacak bir soğukkanlılığı da beraberinde taşır. Kişi, ölçülü olmanın dairesinde kalma direncini oturuşundaki üslubun devam ya da devamsızlığıyla ya kesintiye uğratır ya da daimileştirir. Kişinin üsluplu oturuşu bir sandalye üzerinde olmasıyla yakından ilişkilidir. Bu anlamda oturuştaki vakar sandalyenin kendinde varolan vakarla eşdeğerdedir. Sandalye çok işlevsel bir malzeme bütünlüğüne sahip olduğundan bazen ortamın gerginliğiyle kimisinin sırtında paralanırken kimisinin de kafasını gözünü patlatacak sertliği kendine iliştirebilir bir karaktere dönüşebilir. Sandalye uyumsuzluk şiddetinin ansızın gelebilme potansiyelidir. Bazı zamanlarda ister istemez kullanım alanın genişletilmiş olması, sandalyenin kendi şahsına ait bir mesele olmaktan uzaktır. Bu durum daha çok kullanıcının refleksine ve taşıdığı karakterin ince yahut kabalığından mülhemdir. Bütün bunların yanında sandalyenin basamak olmak gibi bir faydaya yönelik değişkenliği de vardır. Burada ulaşılmak istenilen şeyin “ne”liği elbette ki faydanın içeriğinin de ne olacağı hususunda bir açıklık getirecektir bize. Bir silaha uzanmak isteyen elin en kestirme uzantısında sandalyenin ele gelirliği durur. İmdat çığlığının iç tırmalayan sığınmacılığı, sandalyenin hazırda bekleyen rahatlatıcı nosyonuyla bir oksijen tüpü gibi yanı başında belirerek kişinin hayatında ciddi bir iş bitirici olarak rol üstlenecektir. Gıcırdayan ahşap sandalyenin efsunu, gece fısıltılarının ürpertisini kovalayabiliyorsa bu demektir ki sandalye gıcırtısı insan ruhunu meftun edecek müzikal bir tınıya dönüşmekte pek de zorluk çekmeyecektir. Bir sandalyenin gıcırtısı, insana doğrudan verilmiş bir tanınma ve emniyette olma hissini pekiştirmeye muktedir senfonik bir bütünlüğü çağrıştırır. Bir yalıtılmışlık alanı olarak sandalyenin iktidarı tek kişilik bir iktidarı imler. Burada kabul ettiğimiz tek kişilik iktidar mefhumu, demir yumruğunu bir suratın ortasında patlatacak bir zulüm mekanizmasına dönüşmekten uzak bir iktidarken bireyselliği de doğrudan yalıtılmış bir yalnızlığı imleyecek bir metafor değildir. Sandalyenin tek kişiye ait olan yalnızlık iktidarı kamu denilen kalabalığın uzağında durmaz. Aksine o, daha çok kamunun içinde kendi bireysel bilincini sağlamlaştırmaya yönelik bir yalnızlaşmanın eşyasıdır. Bir masanın kullanırlığı, kendi etrafında birkaç kişiyi toplama imkânıyla paralel beceriye meyyaldir. Masanın bu çok sesli toparlayıcı durumu her türlü işbirliğine teşneliği sembolize ederken sandalyenin tekilliği daha çok marjinallik bağlamında işbirliğine yanaşmama anlamıyla bütünleşir. Tüm bu durumları göz önüne alınca masanın değil de daha çok sandalyenin imgesel gücünü edebiyatta ve şiirde kullanmanın gerekliliğine olan inancımızın bir kat daha arttığını görüyoruz. Belki de edebiyatta ve şiirde masanın, zihinsel manevrayı kırılgan bir nesneye döndürücü olan bu klişe sultacılığının, sandalyenin hayal gücünü tetikleyen sembolik zenginliğini gölgede bırakacak derecede güçlendirilmesinin manidar bir karşılığı vardır? Belki de bu bizim muhayyel dünyamızda anlamlandırmaya çalıştığımız eşyaların karakterimize yansıyan tarafıyla ilgilidir! Öyle ya, gerçek hayatın işlerliğini paranın sanal kuvvetine denk düşürmeyecek cömertlikte olan birinin tahayyülünde yeşil banknotun değeri dursa dursa ancak sıfır mesafesinde bir yerde durur. Sıfırda durur, çünkü ona denk gelen içsel anlam ancak oraya kadar gidebilecek olan bir alana müsaade eder.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir