“Durumun gerçeği şudur yavrum!
1908’in padişahçı İttihatçıları imparatorluğu yıktılar, 1923 Kuvayı Milliyecileri bir dünya imparatorluğunun miras hesaplarını tasfiyeye oturdular. Peki, ne idi tasfiye edilecek miras? Yedi yüz yıllık bir dünya imparatorluğu… Ne durumdaydı son zamanlarda bu imparatorluk acaba? O kadar uzağa gitmeyelim, 1908’de, İttihatçıların eline geçtiği zamanın durumunu soruyorum, yani, bundan tam yirmi iki yıl öncesinin durumunu…
– Durumu.. Belli, Bağda-Basra…
– Ne güzel belli! Dinle, 1908’de, İttihatçıların ele geçirip on yıl içinde yıktığı imparatorluk, tam dört milyon üç yüz seksen üç bin kilometrekare toprağa sahipti.
– Yok canım! Var mıydı bu kadar?
– Hay hay’ 1908’de Bosna-Hersek, Bulgaristan, Girit, Kıbrıs, Mısır, Tunus, Cezayir, Trablusgarp, Sudan çeşitli anlaşmalarla imparatorluk toprakları sayılıyordu. Sayıldığı için de nüfusumuz kırk üç milyonu aşkındı. Bu topraklar üzerine malımız olan yedi bin kilometre demiryolu döşeliydi. Dikkat et, dört yüz yıllık hilafetin bütün dünya İslamları üzerindeki manevi haklarını katmıyorum. Tasfiye edilen miras Osmanlının sırf kılıç gücüyle vuruşarak aldığı, tarih boyu vuruşarak savunduğu mirastı. Evet, oturuldu masaya… Karşımızda yirmi iki devlet… Bilir misin, iki bölümde tamamlanan Lozan Anlaşması’nın bütün oturumları ne kadar sürmüştür?
– Hayır!
– Beş buçuk ay… Mahzenler dolusu arşivleri düşün, buradaki çeşitli anlaşmaları, bunlardaki incelikleri getir gözünün önüne… Delegelerimiz incelediler mi bunları? Kılı kırka yardılar mı? Hayır! Çünkü, İstanbul Hükümeti delegeleri, yani asıl uzmanlar, bizim isteğimizle sokulmadı bu konuşmalara… Bu iyiliğimize karşı İngiliz Generali Harington’un teşekkürünü hatırlarım. Demek, dört milyon üç yüz seksek küsur kilometrekarelik bir imparatorluğun yedi yüz yıllık hesapları tasfiye edildi beş ay içinde… Buna tasfiye denmez. Mirası reddettik, hem de borçlarından bir kısmını kabul ederek reddettik. Değil bir dünya imparatorluğunun mirası, bir mahalle bakkalının mirası bile, bizim bugünkü mahkeme usullerimiz göz önüne getirilse, bu kadar kısa zamanda tasfiye edilip karar bağlanamaz.
– Ne yapabilirdik peki? Savunulur muydu 1923’lerde, imparatorluğun bütün tarihsel hakları silahla?.. Nasıl güç yetiştirirdik bu kadar zorlu düşmanlara?
– Haklar her zaman silahla savunulmaz. Hakkımız olanlara önce mutlaka sahip çıkardık. Fırsat kollayarak beklerdik. Sırası geldikçe yeniden pazarlık teklif ederdik. Hesaplaşma isterdik. Güç yetmeye geldi mi, elimizden zorla alınanı zorla geri alamazdık belki ama bize zorla da ”bağışladık” dedirtemezlerdi. Diyelim ki, bıçağın altına yatırdılar da dedirttiler, hatta işkence ile bir şeyler de imzalattılar. Böyle anlaşmalar kişiler arasında da, toplumlar arasında da, bütün tarih boyu geçerli sayılmamıştır. İlk fırsat da böyle bir imza reddedilir. İşkencecilerin yakasına sarılınır. Yoksa, bu durumda, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” diye şişinerek dolaşılmaz. Yunan, üst üste yenildiği halde, ‘Magelo İdea’dan vazgeçiyor mu? Bir milletin tarihsel istekleri, tarih süresi ölçüsünde elde edilir. Yunanlılar, çeşitli zamanlarda, On İki Adalar’ı, Kıbrıs’ı istediler, bazı fırsatlardan yaralanarak sözler de aldılar. Şimdi, fırsat elverdikçe bunları kazanmaya çalışacaklar. Nitekim, Anadolu’da yenildikleri halde Lozan’da Batı Trakya’yı bizden almayı bile başardılar, sanki biz yenilmişiz gibi… Böyledir, milletlerin milli amaçlarına varmaları… Kurtuluş iki türlü olur: ya bütün haklarını en son zerresine kadar koruyarak kurtulursun ki gerçek kurtuluş budur. Ya da haklarından birçoklarını vererek kurtulursun! Bu da bir kurtuluştur ama, öyle pek övünülecek, kasınılacak, çeşitten sayılmaz. Hele rejim değişmelerinin tarihsel haklardan vazgeçmekle hiçbir ilintisi olamaz. Söz gelimi, Bolşevikler, Çarlık İmparatorluğuna pekâlâ sahip çıktılar. Nitekim, Fransa Cumhuriyetleri de kendilerinden önce, kendilerinden sonra çeşitli krallarının kurmuş oldukları imparatorluğu rejim değiştirdik bahanesi ile hiç kimseye bağışlamadılar.
– Aklım karıştı Münir amca… Mümkün olur muydu bir şeyler koparmak?
– Mümkün olsun olmasın isteyeceksin! Çünkü, vazgeçmeye, bağışlamaya hakkın yok!.. Babanın malı değil! Her fırsatta isterdik, dengi de düşerse alırdık! Ama o zaman dünya içindeki yerimiz, güdeceğimiz politika, başka türlü olurdu: tarihte birikmiş haklar böyle aranır. Dünyada çok az milletin eline geçmiştir bizimki kadar büyük tarih birikimi… Eğer her millet ilk zorlukta, yüz yıllar boyu biriktirdiği haklarını kaldırıp atarsa, dünya da tarih bir şey kalmaz.
Biraz düşündü: neden sana yenik düşmüş gibi geldi, bir tek adam karşısında koca bir iktidar?.. Hem de askeri bir zafer kazanarak gelmiş bir iktidar? Çünkü, Anadolu-Yunan Savaşı belletilmek istendiği gibi, bin yıllık tarihimizden ayrı bir Milli Kurtuluş Savaşı değildir. Bin yıldır süren Doğu- Batı boğuşmasının yüzlerce savaşlarından biri, hem de küçüklerinden biridir. Böyle bir savaşı kazanmak, bin yıllık tarihin biriktirdiği hesabı kapatmaya yetmez ki, iktidarı gerçek iktidar olsun, sağlamca sürdürülebilsin! Bir düşünsene… Osmanlı İmparatorluğu’nu kurup yaşatmış Anadolu halkları için, ne utandırıcı bir sözdür Yunan savaşına Kurtuluş Savaşı demek… Bu savaşa, İstiklal Savaşı da, hâşâ, denemez! Çünkü biz, hiçbir zaman milli devletimizi yitirmedik. Hatta doğrusu istenirse 1920-1923 arasında bizim bir değil iki devletimiz vardı. Bir dönemde sözler bu kadar karşıtı mı, dikkat ister! Bir zaman kederle gülemedi: siz Cumhuriyet çocukları, “gözümüzü zaferde açtık” avuntusundasınız. Şimdi umulmaz yerlerde beklenmez yenilgilerle karşılaşınca apışmayın!.. Biz, Batıyla er geç, ister istemez hesaplaşmak zorundayız! Bunu gerçekten yapmadıkça, Batıya hizmet teklif etmekle belayı başımızdan defleyemeyiz!.. Bunu böyle bilesin.. Gazeteci Murat işini ona göre tutasın.”
Kemal Tahir – Yol Ayrımı, İthaki Yyaınları – 5. Baskı – Haziran 2013, s.461, 462, 463, 464, 465