Tanrı Öldü de İnsan Yaşıyor Mu?

“O, yeryüzünde iş başına geçti mi orada fesâd çıkarmaya,

ekini ve zürriyeti kökünden kurutmaya koşar.

Allah fesâdı sevmez.” (Bakara Suresi -205. Ayet)

Sanayi devriminden bu yana insan, ekonomi politiğin şekillendirdiği bir aygıt olarak sosyal bilimlerin kadavrasına dönüştürüldü. Bir üretim aracı olarak buhar makinası sadece sermayenin değil toplumsal dönüşümün de lokomtifliğini üstleniyordu. Yeni toplumsal sınıfın şekillenmesi yeni davranış kalıplarını tetikliyor, üretimin fabrikasyona dayalı endüstriyel hızı, rasyonel bir biçim üzerinden yeryüzünü istila etmeye başlıyordu. Kuzay Avrupa’nın göbeğinde öbekleşen çalışma koşulları, eskinin tekniğiyle şekillenen üretim biçiminin pabucunu dama atmakla kalmıyor yeni tip insan modelinin de idealize edilmesinde büyük vazife üstleniyordu. Başlangıç noktasını Fransız İhtilali ile belirleyen pozitivist aydınlanma, sanayi devriminin demirden tekerleği sayesinde, uluslararası seyahatini kolaylıkla gerçekleştirerek unvanını kıtalararasına yayıyordu. Bu tekerleğin izinde yolunu belirleyen insan, artık kadim dünyanın tanrı merkezli ölçeğinde bir kutsiyete işaret etmiyordu.  Hümanizmanın aydınlanmasıyla sapmış, rasyonel olanın görünürlüğünde, kendi putunu inşa etmenin yollarını kurcalıyordu. Endüstriyel hız, şekillenen yeni insanın yönetimine uygun yeni bilim dallarının filizlenmesine yol açıyordu.  Sosyal bilimlere olan rağbetin tam bu dönemlere denk gelmesi ise asla tesadüf değildi.

Sömürgecilik ile şişirilen sermayenin beşiğinde şekillenen yeni insan tipi, metafizik boşluğunu sosyal bilimlerin endüstriye paralel ilerleyen inkişafı ile doldurmanın peşindeydi. İktisattan antropolojiye, psikolojiden sosyolojiye geniş bir alana yayılan epistemolojik anlam, soyut bir hiyerarşinin boyunduruğuna girerek, sermaye gücüyle dikilen piramidin zeminine temel oluyordu. Fabrikalarda, ağır şartlar altında çalışan kalabalıkların salt ücretle disipline edilemeyeceği anlaşılınca yeni kontrol mekanizmaları öne sürülüyordu. Disipline edilemeyen toplumsal çalkantının imdadına sosyolojinin himmeti koşuyordu.

Devrimin başlangıcından beridir dinlediği La Fontaine masalları ile disipline edilen insan, çalışmanın kutsallığına inandırılıyor, karınca ve arılara benzemenin abartılan rağbeti ağustos böceğinin meşaleliğini yabana atıyordu. İnandırıcılığın boyutu büyük olsa da arada sırada çatlak seslerin çıkması ihtimal dâhilinde görülüyordu. Toplu itirazların yükselttiği ses, ücretlerin iyileştirilmesi, çalışma koşullarının normale çekilemesi, sendikal oluşumların baskınlığı ile absorbe edilse de, bir ruh taşıyıcı olarak insan, itiraz mekanizmasını devreye sokacak yarıklarından çığlığını sızdırmanın yolunu buluyordu. Makina başında robotlaşan insan bir vakitten sonra makina olmadığının bilincine vararak kaybettiği metafziğin arayışına yeniden soyunuyordu. Sunulan konforla köşeye kıstırılan yığınsal refleks giderek birey itirazına dönüşüyor, anarşinini toplumsal boyutu bireyin bunalımına evriliyordu. Tam bu evrede sahaya, şaşmaz ölçüsü ve tartışılmaz kudreti ile bilimin psikoloji dalı devreye giriyor ve itiraz etme melkekesini bireysel bunalımın gereksizliği ile “hastalığa” çevirmiş olanlar Freud’un terapi koltuğunda sakinleştirilyordu. Çünkü Freud’a göre Tanrı; kovulan oğulların katlettiği fiziksel babanın yüceltilmesinden başka bir şey değildi. Ve bu oğulları tarafından yüceltilen katil günü geldiğinde oğulları tarafından katledilecekti.

Endüstrinin hızı insana rağmen artmaya devam ediyordu. Hızın artışı toplumsal hiyerarşinin disiplininde herhangi bir kayba mahal vermeyecek titizlikte muntazam işliyordu. Üretim araçlarının yenilenen dinamiği yeni üretim biçimlerini de beraberinde getiriyorudu. Althusser’in dediği gibi ilerliyordu işler; emek gücünün yeniden üretimi yalnızca niteliklerinin yeniden üretimini değil, aynı zamanda kurulu düzenin kurallarına boyun eğmenin de yeniden üretimini gerektiriyordu. İşçiler için egemen ideolojiye boyun eğmenin yeni biçimini ortaya koyan üretim, ideolojinin büyük papazları için de egemen ideolojiyi verimli kullanma yeteneğinin yeniden üretimine olanak sağlıyordu(1). Makina başında hizaya sokulan babaların çocukları kilise, okul ve ordu gibi devlet organlarında istikbali parlatılan kapitalizmin birer neferine dönüştürülüyordu.

İnsanın Aşkınlıktan İndirilen Tahtı

Endüstriyel devrim ile tahtından indirilen insanın aşkınlığı, özellikle sosyal bilimlerin marifetiyle, türler arasında bir türe indirgenerek kapitalizmin vahşi doğasına salınıyordu. Özellikle İngiliz doğa bilimci Charles Robert Darwin’in doğal seleksiyon adıyla formüle ettiği çatışma, insanın diğer varlıklarla arasındaki farklılığını silip süpürmüştü. Artık insan aşkınlığı ile diğer türler arasındaki niteliğini yitirmiş, varlığını sürdürebilmenin temel motivasyonu olarak da büyük balık olma hedefine yönlendirilmişti. Büyük balığın küçük balığı yuttuğu bir dünyada piyasa ekonomisin de bu minval üzere şekillenmesi doğal seleksiyonun bir gereği olarak yeniden şekilleniyordu. İnsanın güç ile olan ilişkinin çerçevesi muktedir olmamın mutlaklığı ile perçinlenirken diğer taraftan da tüketim piyasasının temel dinamiği olarak bireysel şişkinliğe maruz bırakılıyordu.

Darwin, üstlendiği vazifeyle, insanın metafizik taraflarını yeterince tıraşlayabilmişti. Ondan sonra gelenler ise önlerine konulan bu şekilsiz heykele modern aklın dayatmacılığı ile tanrısız bir form biçeceklerdi. Böylece herkes kendi benzerinin bir rakibi olarak ayakta durmayı öğrenecekti. Kendi ahlaki değerlerini, sözüm ona, yine kendi yarattığı zehabına kapılarak, kendisi için kendisinden başka kıstas tanımaz hale getirilecekti. Oysa ipleri tutan ve neyin duyulması gerekiyorsa onu fısıldayan, neyin yapılması gerekiyorsa onu yaptıran devasa bir dudağın vesvesesi arka planda işlerliğini yürütüyordu.

19. yüzyıl bilimsel gelişmelerle birlikte düşüncenin de farklılaştığı, insanın kadim olanla irtibatını yitirdiği bir dönem oldu. Freud’un katil baba teorisi, tanrı anlayışını zedeleyen bir ilerlemeye işaret ediyordu. Evrim teorisi ile yaralanan Tanrı, psikanalizin laboratuvarlarında mekanikleştirilen insan katında kamusal alandan da eli eteği çektirilmiş bir “deus otiosus”a dönüştürülmüştü. Freud’la hemen hemen aynı dönemde yaşayan bir başka filozof ise bu boşlukta kalan, tembelleşmiş tanrının oğulları tarafından katledildiğini, bir kehaneti açığa çıkarırcasına dile getiriyordu.

Nietzsche, kendinden sonra gelecek olan üç yüz yılın doğmamış çocuklarına batı entelijansiyasının masasında don biçiyordu. Başlangıcında Kopernik ve Galileo’nun güneş merkezli bilimsel teorisi ile zaferini ilan eden Hermenetik gelenek, Ortaçağ Kilisesinden yeteri derecede intikam almıştı. Endüstriyel atılımın paralelinde şekillenen yenidünya düzeninde ise tanrı nefreti, bilimsel fantazyaya dönüşüyordu. Zamanla öldürülen tanrının bıraktığı boşluk, sonradan olma yapay bir tanrının takdisi ile doldurulacaktı; o da endüstriyel çağın en gözde malzemesi Homo Deus’a düşecekti.

Nietzsche’nin sürü bilincine karşı adeta bir çıkış bileti olarak betimlediği ve her türlü yazgı ve yargıdan, biyolojik ve ahlaki ilkeden bağımsız ubermensch’ine gün doğuyordu.

Finansal gücünü ülkeden ülkeye dolaştırarak uluslararası etkiye sahip olan sermaye kısa aralıklarla tekrarlanacak iki dünya savaşı ile imparatorlukları yıkıp yenidünya düzeninin temellerini sağlamlaştırıyordu. İmparatorlukların çöküşü sonrasında şekillenen yeni devlet tipi kolonyalist anlayışın belirlediği sınırlar içerisinde ulusallığın hudutlarına sıkıştırılmıştı bir kere. Bir bakıma, 19. yüzyılda güçlenen beyaz ırkın üstünlük ilkesinin 20. yüzyıldaki izdüşümüydü bu. Dönüştürülerek çağdaş küreselliğin boyunduruğunda sömürgeleştirilen sadece devletler değildi. İmparatorluk kimliğinin bilinci ile kültürel bağlanmanın köklerine tutunan zihin, ulusal sınırlar çerçevesinde sığlaştırılarak çözülüyordu. Kimliğini küresel değerler nispetinde belirleyen topluluklar özgürlük kavramı altında hiçbir nizama ve hiçbir vatana tabi olmayan Cosmo Politai’nın rengine bürünüyordu. “Çırpını çırpını giden atlardan” indirilenler  “patavatsız yurttaşlar sırasına”* sokuluyordu. Yeni devlet anlayışı yeni bir insan tipinin de tedavüle girmesini sağlamıştı. “Vatanım ruy-i zemin, milletim nev’i beşer”** diyenlerin akçesiydi artık geçerli olan.

Fıtratla Savaşmanın Faturası

Kapitalist sistemin gelişimindeki en şaşalı dönem iki dünya savaşı sonrasına geliyordu. Birinci paylaşım savaşı imparatorlukları yerle bir etmiş ve kimlik merkezli devletlerin çıkmasına sebep olmuştu. İkinci paylaşım savaşı ise kapitalist sistemin ayakta kalabilmesi adına yürütülmüş senaryonun bir parçası olarak devreye sokulmuştu. Üretimdeki olağanüstü artış karşısında pazar bulamayan Amerikan borsası çökünce tüm dünyayı da etkileyecek bir kriz ortamının doğması kaçınılmaz oldu. Kriz fırsata dönüştürüldü ve iki büyük paylaşım savaşı sonrasında sistemini sağlamlaştıran uluslararası hegemonik güç tüm toplumları aynılaştıracak projeler geliştirmeye başladı. Artık tüm gezegen, sermayenin güçlenmesi için üzerinde oynanacak bir deney tüpünden ibaretti.

Kapitalist düzende üretimin sürekliliği ile beraber tüketimin de sürekliği esastır. Diğer türlüsü felaketi getireceğinden üretim hızlılığı oranında tüketim için de yeni pazarların oluşturulması gerekir. Satın alma gücündeki devamlılık kadar satın alacakların zihinlerinin de dönüştürülmesindeki devamlılık hayati bir önem taşır. “Kola” içmeme konusunda hassasiyeti olan bir toplumun bu hassasiyeti törpülemedikçe sistemin kâr etmesi imkân dışıdır. Çarkın dönmesi, kola’ya karşı geliştirilen hassasiyetin törpülenmesine paraleldir. O yüzden öncelik, zihinsel dönüşümün devreye sokulmasıdır. Medya, bu dönüşümün en önemli aygıtı olarak görevi üstlenince tüketim prangası altında tanrılaştırılan ve moda kavramı çerçevesinde kendini biçimlendiren yeni insan tipinin de şekillenmesi uzun zaman almayacaktı.

Özellikle özgürlük kavramı ideolojik bir aygıt olarak tüketime dayalı bir kitlenin oluşmasında merkezi bir rol oynuyordu. Tüketim merkezinde şekillendirilen yeni insan tipi hastalıklı bir özgürlük propagandası ile sistemin gönüllü taşıyıcılarına dönüştürülmüştü. İkinci paylaşım savaşından çok kısa bir süre sonra, 1960 yıllarda unisex kıyafetler yaygınlık kazanmaya başladı.

Sermaye, cinsler arasındaki farklılığın sıfıra indirilmesi işini ilkin kıyafetler üzerinden başlatmıştı. Libası değiştirilenin bir müddet sonra zihniyetini de değiştirmek zor olmayacaktı. Sadece insanın tabiatı değiştirilmiyordu; dokunduğu her şeyi metalaştırma telaşındaki materyalist hırs, bitki ve hayvanların da fıtratını fesada uğratacak bir savaşım içindeydi.  İlginçtir ki bugün GDO diye kısalttığımız Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar’ın çıkışı da aynı tarihe denk geliyordu. Moleküler biyoteknoloji ve gen mühendisliğindeki hızlı gelişim 1960 yılında meyvesini verecek ve genetiği değiştirilmiş ilk gıdanın üretimi gerçekleşecekti. Genetik alanda bir devrim yaşanmıştı. 2000’lerin başı itibari ile GDO’lu ürünlerin üretimi ve pazarlanması her geçen yıl artış göstermeye başlayacaktı.

1948 yılında Amerikalı “zoolog” Alfred Kinsey tarafından yayınlanan raporlar ise 60’lı yılların cinsel devrimine zemin hazırlayacaktı. Kıyafetler cinsiyetsizleşiyor, bitki ve hayvanların genetiği değiştiriliyor, cinsellik konusunda tabular yıkılıyordu.  Medya ve sosyal bilimlerin bitmek bilmez propaganda çalışmaları yenidünyanın ideal putu olan bilim maskesiyle mutlaklaştırılıyordu.

Alfred Kinsey Amerika toplumunu dejenere edecek, Amerikan hukukunu sil baştan düzenleyecek bir çalışmaya imza atmıştı. Her ne kadar yaptığı deney ve anketlerin çarpıtmadan ibaret olduğu çok sonra anlaşılsa da raporların yayınlanmasından sonra Amerikan toplumunda yaygınlaşacak fesada önayak olacak bir etkiye sahipti. Kinsey’in yaptığı araştırma Amerikan toplumunun büyük bir bölümünün, cinsel suçlar ve eğilimler açısından tabu sayılacak, ahlaksızlık olarak nitelenen davranışları yaptığını belgeliyordu. Özellikle sansasyonel bir biçiminde üç aylık bebekler üzerinde yaptığı deneylerle cinselliğin doğuştan itibaren insanda var olduğunu ve hayvanlarla insanlar arasında cinsel yönelim bakımından her hangi bir fark olmadığını vurguluyordu. Zaten sözüm ona araştırma bir zoolog tarafından yapılıyor ve araştırmanın finansörlüğünü ise Rockefeller üstleniyordu.

Rapor Amerikan toplumunda atom bombası etkisi yapmıştı. Amerikan ceza sistemi, raporun ortaya çıkardığı “sosyal gerçekliğe” göre yeniden tasarlanarak, cinsel suçlar konusunda sertlik içeren yasaları yumuşatıyor, zina ve kürtajı serbestleştiriyordu.  Özellikle Amerikan Psikiyatristler Birliği tarafından psikiyatrik hastalıkların sınıfına konulan eşcinsellik ise hastalık olmaktan çıkarılıp yasal koruma altına alınıyordu.

Kinsey raporunun yayınlanmasından sonra tecavüz, pedofili, çocuk istismarı gibi suçlarda ve bu suçlara bağlı hastalıklarda anormal bir artış gözlemleniyordu. Amerika’daki fuhuş endüstrisinin yaygınlaşması da Kinsey Raporu’ndan cesaret alarak meşruiyet kazanıyordu. Bir zoolog olarak Kinsey büyük bir başarıya imza atmış; Rockefeller‘in desteği ile insanı hayvan derekesine düşürüp fıtratın tağyir edilmesinin önünü açmıştı.  Bu raporlar sonrasında fıtri olana karşı her türlü tahribat meşruluk kazanmıştı. Bugün LGBTİ’nin sembolleştirdiği gökkuşağı renklerinin de Kinsey raporundaki grafikten alındığını belirtmeden geçmeyelim.

Basit kavramsallaştırmalarla başlayan süreç bilimsel çalışmaların desteği ile kamusallaşıp her alana yayılacaktı. Sinemadan sosyal bilimlere, siyasetten edebiyata kadar her alanda cinsiyetsizleştirme politikaları yaygınlık kazanacaktı. Bugün sinema dünyasının en prestijli ödülü sayılan Oscar, öncelik tanıdığı filmlerin içeriğinde ensest ve eşcinselliği olmazsa olmazlardan saymaktadır. Ödül verilen filmlerdeki ortak özelliğin eşcinsellik, ensest, alt kültürler, tabu sayılan ahlaki değerlerle çatışma olduğunu belirtmeye bile gerek yok. Sektörün en sevdiği karakter içeriğinin hem eşcinsel hem de göçmen ya da alt kültürler ve ensest olması da ayrıca dikkat çekicidir. Oscar için hem zenci hem eşcinsel ya da hem eşcinsel hem de İranlı bir mültecinin konu olarak işlenmesi bulunmaz Hint kumaşı mesabesindedir! Sinema endüstrisi ve buna bağlı olarak gelişen televizyon dünyası gelmiş olduğumuz noktada eşcinselliği aleni bir şekilde öne çıkarmakta ve bunu pedofiliye kadar indirgemiş durumdadır.

Übermensch’in Soy Kütüğü

Her ne kadar Deleuze, Tanrı’nın ölümü düşüncesiyle boşalan yere insanı yerleştirenin Feuerbach olduğunu belirtse de, batı aklının oluşumunda Feuerbach’sız bir Nietzsche’nin var olamayacağını hesaba katmadan geçemeyiz. Zira postmodern aklın öncülleri olarak, teolojinin esrarını antropoloji bilimine bağlayarak Tanrısal alanı insana indirgeyen Feuerbach nerede duruyorsa, Tanrının ve öte dünyanın yerine modern toplumu koyan Nietzsche de aynı yerde durmaktadır.

İoanna Kuçuradi, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana dikkate değer siyasi eylem ve kararlara, yaygınlık kazanmış düşünsel, sanatsal, ahlâkî ve toplumsal akımlara bakıldığında, çağdaş kültürün en belirgin özelliği olarak “insanın yüzünün unutulması”nın, yani “insanın değerinin sıfıra inmesi”nin göze çarptığını söyler(2)Oysa insanın yüzünün yok-laştırılması, Nietzsche’nin deyimiyle “sıfırlar toplamı” olarak sayılmasının başlangıcı batı aklının ortaçağdan beri hesap edip, makul bir formül haline getirilerek günümüze ulaştırdığı uzunca bir süreci kapsar. Günümüz dünyası ise insanın bir yanıyla tanrılaştırılıp diğer yanıyla silikleştiren ikilemli bir döneme denk gelir.

Bir vakıa olarak eski Yunan metinlerinde günümüze, Tanrı ile çatışmayı öncelik edinen Batı uygarlığı başından beri süper insanı yaratmanın peşindeydi. 19. yüzyılın başında Tanrının krallığını lağvederek, kutsala ait bütün alanları insana veren Feuerbach’ın hemen ardından, batı uygarlığındaki Tanrının ölümünü ilan eden Nietzsche’nin gelmesi bir tesadüf değildi. Bu teorik akıl İkinci Paylaşım Savaşında Hitler tarafından bilimin de desteği alınarak pratize edilecek ve ari ırkın yaratılması için yeni laboratuvarların inşasına kalkışacaktı.

Her ne kadar lanetlense de; Hitler, batı aklının pratiğe dökülen somut yüzüydü. Yunan mitoslarındaki yarı insan yarı tanrı figürlerinin günümüz dünyasında hala birçok yerde sembolik anlamda varlığını sürdürmesi, kültürel formun masumane bir yansımadan ibaret olmayıp teorik olarak da pratize edilmek istenilen arzunun etkin bir dışavurumudur. Bu anlamda bilim ve teknolojik alanda kaydedilen mesafenin ortaya döktüğü tüm çalışmalar bu mükemmel insanın arayışına yönelik bir çabaya mütealliktir. Sağlık, spor, kozmetik alandaki ilerleme ticari bir organizasyonun dışında paganist ideolojinin mükemmel insan arayışının parlatılmış malzemeleri olarak toplumlara dayatılmaktadır.

Süper insanın inşasına soyunmuş bir çağ olarak 21. yüzyıl, en başından beri kapitalizmin payandalarını güçlendirmeyi hedefliyordu. Küresel sermayenin devamlılığı için yeni pazarların oluşturulmasıyla beraber yeni müşteri tipinin de stabilize edilmesi gerekiyordu. Esas olan; her hangi bir malın belli kıstaslar ölçeğinde alımına yönelik itiraz etme kabiliyetlerinin yok edilmesi ve önüne çıkan her şeyin müşterisi olma hevesiyle azgınlaşmış kalabalıkların oluşturulmasıydı. Medya, bu pazarın en etkileyici propaganda araçlarından biri olarak öne çıkarıldı.

Liberal değerler kıstasında şekillenen moda kavramı ile tüm toplumları aynılaştıracak dayatmalar bu sektörün sihriyle, albenisi yüksek bir yıldıza dönüştürülüyordu. Aynılaştırma başlı başına bir avamileştirme projesiydi. Tüm toplumlarda, medya cilasıyla öne çıkarılan rol modellerin aynı kalıptan çıkmışçasına birbirlerine benzemeleri tesadüf değildi. Kapitalist hegemonya, boynuna taktığı zincire âşık dünya vatandaşlarının çoğalması için sadece zihinsel dönüşümü yeterli görmeyecekti. Avamiliğin normalleşmesi, dönüşümün her alanda yaygınlaştırılmasıyla başarılacaktı. Zihinsel ifsâd biyolojik ifsâdı da beraberinde getirecekti. Bu anlamda Amerikan popüler kültürünün öne çıkardığı moda ikonlarının en dikkat çeken tarafı cinsiyetsiz oluşlarında yatıyordu.

Indianalı bir fabrika işçisinin siyahi erkek çocuğu, popüler müziğin ikonlarından biri olarak ölüp gittiğinde, geriye sadece müziğini değil adım adım beyazlaşmanın tarihini de bırakacaktı. 1958’de siyahi bir erkek olarak dünyaya gelen Michael Joseph Jackson tüm dünyayı kasıp kavuran bir ikona dönüştürülerek fıtri özelliklerinden arındırılmış kimliksizliğiyle uzunca bir süre zirvede tutulacaktı. O artık ne siyah ne beyaz, ne erkek ne de dişiydi. Postmodern popülizmin varacağı nihai tecessümün anıtlaşan prototiplerden biri olarak inşa edilmek istenen yeni insan tipinin yüzlerce yıldır aranan mayası olmuştu. Türkiye’de öne çıkarılan, popstar ya da sanat güneşi diye lanse edilenlerin serüvenleri de benzer sonuçlara tekabül edecekti.

Küresel kapitalizmin antik Yunan’dan beri elde ettiği büyük kazanımlar evrensel değerler dayatmasıyla yasallaştırılırken, batının başından beri kurguladığı tanrı-insan profilinin soy kütüğü 21. yüzyılın başlarında netlik kazanmaya başlamıştı. Hiçbir ahlaki değerin boyunduruğunda olmayan, yerleşik değerler ile çatışma halinde olan, fıtri niteliklerini bir hapishane olarak görüp mükemmele ulaşmayı bu niteliklerden sıyrılmakla elde edeceğine inanan, basit ama cüretkâr, bilgisiz ama malumatla yüklü tipin fotoğrafıydı bu.

Kimlik, kişilik ve cinsiyetten arındırılmaya çalışılan yeni insan tipinin inşası için döndürülen çarka, endüstrileşen Hollywood sineması da kova kova su taşıyacaktı. Özellikle eşcinsel odaklı filmlerin ödüllendirilmesi sürdürülen politikanın bir enstrümanı olarak işlerlik kazanıyordu. Bugün gelinen noktada Netflix ve HBO gibi tüm dünyada yaygınlık kazanan kanalların ortak özelliği ise aşırılıklarla bayağılaştırılmış cinsellik konusunda cüretkâr içerikler üretmesiydi.

Bu tip kanallarda eşcinsel ve ensest ilişkiler normalleştirilirken; kadın tiplemeleri, dönüştürülmüş bir erkek profiline benzetilerek, sekse düşkün, çıkarcı, ağzı bozuk karakterler olarak öne çıkarılıyordu. Anti-kahraman güzellemesiyle pazarlanan erkekler ise psikopat ve uyuşturucu bağımlılıklarıyla gizliden gizliye yüceltilerek istenilen insan tipinin genel hatları belirginlik kazanıyordu. Alkol ve seks ve buna bağlı olarak yerleşik değerlerin hepsinden arıtılmış bu yeni prototipin en görünür tarafı ise tüm dinlere mesafeli bir yerde olmasıydı. Din ve ahlak yeni insan tipinin duvarı olarak resmediliyordu.

Baba Katilliğinin Meşru Müdafaası; Oedipus Kompleksi

Geleneğin teknesinde biçimlenen baba ile anne arasındaki nitelik ayrımı, anneyi kültür havzasının şekillendiricisi olarak öne çıkarırken babayı da kendinde olanı kendinden sonrakilere sağlıklı bir şekilde taşıyan, kültürel olanın hamiliğine soyunmuş bir pozisyona sokuyordu.  Bu anlamda babanın, otoriter olanın mücessem imgesi olarak; devlet ve tanrı idesinde de bir karşılık bulması normalden sayılıyordu. Yurt ve barınmanın, mayanın çalındığı teknenin, bir rahim taşıyıcısı olarak, anne ile özdeşleşmesi ise annenin yoğurup yuyan yaratıcılığına ilişkin bir atıftan başkası değildi. Baba, olanı koruyup devamlılığını sağlarken, anne, olmakta olanın şekillendiricisi durumunda üzerine düşen rolü oynuyordu.

Modern bilim payandalarıyla devamlılığını garanti alan kapitalizm fıtri olanla savaşımını bu iki kavram üzerinden yürütecekti. Temel dinamiğini, Yunan mitolojisindeki yarı insan yarı tanrı karakterlerden alarak Tevrat’taki, kullarıyla güreşen antropomorfist tanrı akidesiyle dayanağını sağlamlaştıran Freud, meşhur Oedipus Kompleksi kavramıyla bu iki sütunun temeline dinamit yerleştirmişti. Anne bir arzu nesnesine, baba ise oğulları tarafından kıskanılan ve katledilmesi meşru olan bir zorbaya dönüşmüş, edebiyat metinleri ve sinemanın görselliği ile pekiştirilen baba oğul çatışması psikolojinin mistifikasyonundan çıkarılarak kapitalizmin temel çatışma alanına sokulmuştu.

Sosyal bilimlerin yanı sıra sanat, edebiyat ve sinemanın da yardımıyla normalleştirilen cinsiyetsizleştirme politikaları hukuki korumayla tüm dünya için pazarlanabilir bir paradigmaya dönüştürülüyordu. Hedefte ise sistemi sekteye uğratma riski taşıyan aile kurumu vardı. Toplumsal yapının en küçük dinamiklerinden olan aile, temel ahlaki değerlerin anne babanın vasıtasıyla çocuğa aktarılması ve belli başlı kabulleri olan bireylerin yetişmesinde ayrıcalıklı bir etkiye sahip olması bakımından kapitalizm için bir tehdit niteliği taşıyordu. Zira nitelikli birey, kimlik ve kişiliğiyle itirazı olan demekti.

Oysa kapitalizm, pazar piyasasının canlılığı için kişilikten arındırılmış, ön kabulleri olmayan, her hangi bir dine intisap etmemiş, zihinsel melekeleri bakımından avamileştirilerek en büyük hazzını AVM’lerde alışveriş yapmakta bulan kalabalıkların oluşması için kolları sıvamıştı. Ailenin ifsadı, bu istenmeyen karakterin de sonunu getirecekti. Önce mirasın devamı pozisyonundaki babanın itibarı zedelendi. İtibarı zedelenen baba bir vakit sonra katledilecekti. Katledilen baba ile birlikte onun aktaracağı kültürel miras silsilesi de kopukluğa uğrayacak ve kökleriyle irtibatı olmayan nesillerin egemen sistem tarafından yetiştirilmesinin önündeki engel kaldırılmış olacaktı.

Baba figürünün karşısına çıkarılan kadın, içi boşaltılmış bir imajdan öteye gitmeyecekti. Kadın imajının toplumsal alanda bu denli cilalanmasının altında erkeği alt edecek bir rakip çıkarmanın gereksinimi yatıyordu. Önce kavramların içeriği boşaltılıyor, kadın erkek arasındaki derece farkına değinen her türlü kültürel form, “eril dil” nitelemesiyle aşağılanıyordu. Ataerkil diye uydurulan kavram bir vakit sonra sağı, solu, muhafazakârı fark etmeksizin, tüm kesimler tarafından koşulsuz kabulleniliyordu.

Evini bekleyen ve annelik vasfıyla çocuklarının eğitimini üstlenen kadın tipi yerine, eviyle ilişiği asgariye indirilmiş, üretim bantlarında heba olmasıyla özgürlüğü arasında paralellik kurulmuş köle insan modeli inşa edildi.  Evi, eşi ve çocuklarını terk etmekle ünlenen kadın patronun hizmetinde sömürülen bir objeye dönüştürülüyordu. Kadının, ev ve annelik özelliklerinden koparılarak çalışma hayatının merkezine sokulması toplumsal dönüşümün nirengi noktasını oluşturuyordu. Baba katledilmiş, kadın ise annelik vasfından arındırılarak her şeyi kabul edebilir bir forma sokulmuştu.

Kapitalizmin önündeki itiraz mekanizmaları tek tek bertaraf edilirken yeni insanın oluşumundaki bir sonraki safhaya geçilecek, cinsiyetsizleştirme politikaları ile cinsler arasındaki ayrım ortadan kaldırılacaktı. Cinsiyetsizleşerek kimliksizleşen yeni insanın temel vasfı ise mevcut sisteme itiraz edecek melekelerden tamamen uzak olmasıydı.

Anne ve babanın işlevi ortadan kaldırılınca geriye kalanların da bir şekilde dönüştürülmesi süreci başlatılmış oldu. Babadan devralacağı her hangi bir şey bulamayan çocuk modern kapitalizmin devredeceği değerler silsilesinin taşıyıcısına dönüştürülecekti. Aile kavramının günbegün eritilmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliği projesinin meşrulaşarak hukuki bir zemine taşınması cinsler arası farkın arasındaki perdeyi örseleyecek ve her şeyin her şeyle kaynaşıp benzeşeceği bir alanın açılmasını sağlayacaktı. Cinsiyetsizleştirme yaygınlaştıkça üreme kontrol altına alınacak, kontrol altında doğan her doğan çocuklar ise doğduğu ailenin değil devletin ya da hegemonik güçlerin kontrolündeki mekanizmaların elinin altında büyüyüp şekillenecek bir organizmaya dönüşecekti. Bugün televizyon, tablet, telefon gibi iletişim aygıtları, youtube ve sosyal medya gibi etkileşim platformları üzerinden yaygınlaşan bu kontrol mekanizmaların baba ve annenin devredeceği kültürel etkiden daha fazlasını üstlenmiş durumda.

Gelinen süreç herkesi aynılaştıran, her şeyi bir diğerinin benzerine dönüştüren sürecin nihayetidir. Posthümanist süreç tamamlanmış transhümanizm sürecine girilmiş durumdadır. Birbirinin benzeri evlerde oturmaya mahkûm edilen, birbirinin benzeri şehirlerde yaşayarak yapay zekâların kontrolü altında güdülen yığınlaşma sürecinin startı verilmiş durumda. Teknoloji kullanımından, yaşam biçimine, akli melekelerin belli çerçevelerde işletilmesinden yönetim biçimine kadar tüm dünya eşitleşmenin avamiliğinde aynılaştırılıyor. Bu aynılıktan cinsiyet de, aile de payına düşeni fazlasıyla alıyor.

Sahih olanı itibarsızlaştırmasına yönelik sistematik bir propaganda yapılıyor. Özellikle aile, cinsiyet, kimlik, aidiyet tehlike altında! Sinema endüstrisinin çarkında iş görebilmenin pratiği eşcinselliğe, homoseksüelliğe övgü yapmaktan geçiyor. Kadın hakları adı altında başka bir kimliksizleştirme politikası yürütülüyor. Karşı duranları da kadın düşmanı diye linç ettiren bir döngü kurulmuş. Hak diye dayatılan şey kadının kadınlığından erkeğin de erkekliğinden vazgeçmesinden başkası değil.

Kapitalizmin ömrünün uzatılmasına ayarlı bir şekilde yürütülüyor sistem. Erkekliği ya da kadınlığı törpülenmiş, itiraz etme melekeleri yok edilmiş, siyah mı beyaz mı, kadın mı erkek mi, ne olduğu belli olmayan çıldırmış bir yığından daha sevimlisi yoktur kapitalizm için.

 

(1) Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev: Alp Tümertekin, İthaki, 1. Baskı, 2014

(2)  İoanna Kuçuradi, Nietzsche ve İnsan, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 1999, s. 148

smet Özel / Naat  

 ** Tevfik Fikret / Halûk’un Amentüsü

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir