“Bütün filmlerimde insana ait bir mesaj var. O insanın da milliyeti, cinsiyeti yok!”
(Semih Kaplanoğlu – Lacivert Dergisi / Sayı:39)
Beyaz perdenin bir illüzyondan ibaret olduğunu gözden kaçırırsanız çekilen numarayı yuttunuz demektir. Perdenin beyazlığında gizlenen barışçıl üfürük bir ayartmadan ibarettir. Büyüler. O büyüyü sadece perdeden ibaret saymak da körlüğün işaretidir. Büyü, sektörün her yerine itinayla serpiştirilmiştir. Neyin öne çıkartılacağı, neyin tukaka edilip yok sayılacağı büyücünün elindeki sopayla belirlenir. Bize ise sadece görülmesi gerekeni görmek, duyulması istenen fısıltıya kulak kesilmek türünden ucuz bir seçkinlik kalır. Sonuçta önümüze bırakılan mahsulden tadan biz oluruz. Çünkü her zaman tarlanın sahipleridir; o yılki mahsulün ne olacağı konusunda karar verenler. Büyü öylesine etkilidir ki; mahsulün tadı hakkında ileri süreceğiniz kanaatler bile tarla sahibinin işaret ettiği yere kadardır. Dolayısıyla mevcut sistemin bekası için kurulan payandaların önemli kalemleri arasında yer alır sinema. Önemlidir, zira zihinsel ve toplumsal dönüşümün başat bir dinamiği olarak sürekli yenilenebilir bir formatı vardır. Fısıltısı evrensel, numarası örtük bir müstehcenliktir. Kültürel kodlarınızla oynanarak ayarınız bozulabilir ya da yerel kimliğinizin gülünç bir tabloda dekor olarak kullanılmasına ikna edilebilirsiniz. Önemi itibari ile bu alanda at koşturacakların, göz göre göre cinayet işlemelerine öyle kolayca müsaade edilmez. Daha çok para ve siyasi güç ölçeğinde şekillendirir buradaki akış kendini. Kültürel anlamda ciddi bir iktidara sahip değilseniz, siyasi ve ekonomik olarak da makulün altında bir seviyeye düşmüşseniz vay halinize! En fazla bir iki film çeker, söyleşi için birkaç dergiye poz verir ve sinema tarihinin çöplüğüne kırmızı halı üzerinde gönderilirsiniz. Esaminize tozlu raflarda denk gelinirse ne âlâ.
Yüzünüzü karamsar bir ekrana çevirmiş olabilirim. Fakat mezkûr karamsarlığı avantaja dönüştürecek bir yola da girebilirsiniz pekâlâ! Bu olumsuzluğa direnmektense teslim olmak en kârlısıdır. Kıdem cilanızın uzun ömürlü olmasını istiyorsanız, oyunu kurallarına göre oynayıp mevcut sistemin kabullerine fit olabilirsiniz. Böylelikle kartları salon sahibinin isteğine göre dağıtmış olursunuz. Bu da omuzunuzdaki profesyonellik rütbesinin parlaklığını patronun bekçisi olma konusunda göstereceğiniz sadakat mesabesinde katmerleştirecetir. Mesela LGBT’den, cinsiyet ayrımcılığından, büyük hümanizmadan bahsedebilirsiniz. Her türlü dini referansa karşı reddiye geliştirecek bir hünere de sahipseniz, varlığınızı sağlam bir kazığa çaktınız demektir. Hiç olmadı ensesti “kanayan yaramız olarak” allayıp pazarlayabilirsiniz. Psikanalist edasıyla yapacağınız çıkarımlarla Anadolu toprağını sıvamanız da cabası olur. Ya da din kisvesi altında dine işaret etmeksizin evrensellik zırvasına çanak tutabilirsiniz. Tüm zamanların en iyi numarasıdır bu. Zira günümüz dünyasında, insan merkezli fotoğrafta poz verenleri alkışlamak kitle algısının en sevimli vebasıdır. Tabi bunlar yetmiyor. En başta dünya vatandaşı pasaportunuzla hümanizmi dudağından öpmeniz, evrensel değerler (kimin değerleriyse onlar) adıyla işlerinizi şekillendirmeniz, yaptığınız her şeyi tırnak içine alınmış insan için yaptığınızı ve bu insanın da milliyetten, cinsiyetten arındırılmış olduğunu bilhassa deklare etmeniz gerekiyor. Kurguladığınız dili, tasarladığınız insanı bu “evrenselliğe” hizmet edecek şekilde dizayn ettiyseniz; işte büyük yönetmen oldunuz demektir. Mübarek olsun.
Dünyada işler böyle yürüyor. Bir film yapıyor ve yaptığınızdan başarı elde etmek istiyorsanız Amerika’yı yeniden keşfetmenize gerek yok. Öncelikle hangi doğru materyalleri hangi doğru noktalarla buluşturmanız gerektiğini bilin yeter.
Kasıtsızlık Komedisi
Bunları bir kenara bırakıp son çeyrek asrın en muallak hikâyesine, Türk sinemasındaki fantastik kavramlaştırmanın en tumturaklı tarafına geçelim. Evvelinin Rüya Sineması adıyla başladığını hatırladığımız “kasıtsızlık”, bugün, Hakikat Sineması adıyla aynı belirsizliğin altını çizmeye devam ediyor. Kavramsallaştırmayı kavram uydurmakla eşdeğer sandığımızdan bir şeyin önüne “hakikat” konunca, içeriğinin de hakikati temsil edeceği kolaycılığına kapılıyoruz hemen. Hakikat ön başlığı ile bir kasıta işaret edilse de, bugün bu kasıtın hüsnü kast olmadığını artık biliyoruz. Biliyoruz; çünkü kültür gibi, medeniyet gibi neyi koysan alacak bir sınırsızlığı ihata ediyor bu kavram.
Hollywood sinemasın endüstriyel hızlılığı karşısındaki ezikliğini Sanat Sineması adıyla düze çıkarmak isteyen Fransız entelijansiyasının düştüğü komikliğin izdüşümü ülkemizde Hakikat Sineması kavramıyla öne çıkarıldı. Özellikle İslami camia tarafından koşulsuz sahiplenilen bu kavramı, daha çok öteki ile kendi arasındaki çizginin netleşmesi olarak kabullensek de önemli bir detayın ıskalandığını inkâr edemeyiz. Hakikat’ten kasıt nedir? Neyin ve kimin hakikatidir bu? Onunla bir örfü mü işaret ediyoruz? Ediyorsak o örf, hangi örftür? Geleneksel olanın tebarüzü ya da vahyi referans alan bir temeli gözetiyorsak neden bunu kendi adıyla açıkça dile getirmekten yüksünüyoruz? Hakikat Sineması tuhaflığı yerine İslami Sinema tuhaflığını kullanmayı daha mı kabaca buluyoruz? Ya da İslami Sinema kavramı bir netlik sunup sınırları belirlediği için tercihe şayan mı bulunmuyor? Bilemiyoruz. Her ne olursa olsun işin ucu hep aynı kasıtsızlık komedisine varıyor. Sanat Sineması adıyla normalleştirilmeye çalışılan mantıkdışılık Hakikat Sineması kavramıyla daha fantastik bir mistisizme sokuluyor. İş bu merhaleye gelince içeriğe ne koysan gidiyor. Asıl numarada tam olarak burada çekiliyor! Anlatılan hikâyenin içine biraz Kur’an kıssası biraz da tasavvufi metafor katıldı mı konu hemen hakikat meselesine getiriliyor. Bu anlayışa göre Matrix’i hakikat dışı mı tutmalıyız? Ya da Kur’an kıssası sosu ile tatlandırılmış evrensellik çağrısını Hakikat Sineması’nın halkasına mı dahil etmeliyiz?
Evrensellik mi Hakikat mi?
Semih Kaplanoğlu ismi ile İstanbul’da askerlik yaptığım sırada tanışmıştım. Meleğin Düşüşü’nü 2005’te Beyoğlun’da bir sinemada, üç kişinin üçüncüsü olarak izlediğimi hatırlıyorum. Ensesti merkeze alan filmin sonu; cesedi parçalanan babanın bavula konulup denize atılması ile son bulmuş, tecavüzcü baba figürünün ağırlığından arınan Zeynep Galata Kulesi’ne bakan bir pencereden çırılçıplak soyunarak İstanbul’a doğru kanatlandırılmıştı. Sözüm ona varoluşsal meseleleri metafizik imbikten geçiren film bende ciddi bir rahatsızlık yaratmıştı. Varoluşsal çözümlemelerin mistisizminden ziyade o filmde ben, 70’lerde kapıcı rolüyle figüranlık yaptırılan Anadolu irfanına, 2000’lerde oto tamircisi rolü verilerek kızına tecavüz ettirilir hale getirilmesini görmüştüm. Benzer rahatsızlığı Herkes Kendi Evinde (2001) filminde de yaşamıştım.
Meleğin Düşüşü sonrasında bir üçleme ile yeniden seyirci karşısına çıktı Kaplanoğlu. Bir törnistan durumu yaşanıyordu. Travmatik meseleleri metafiziğin kucağında müstehcene bulayarak çözümleyen Kaplanoğlu gitmiş, yerine mestehceni olmayan renksiz, kokusuz bir yönetmen gelmişti. Yönetmenimiz, kızlarına sarkıntılık eden mütecaviz Anadolu irfanını daha merkezi bir ılımlılığa sokmuştu. Yumurta, Süt ve Bal filmleri “bir Yusuf üçlemesi” piarı ile piyasaya sunulunca İslamcıların dikkatini çeken bir isim olmuştu Kaplanoğlu. Ortada bal desen bal vardı, süt desen süt vardı. Yusuf vardı ayrıca; kuyusu olan, çıkışını arayan! Yakub’un oğlu Yusuf zannedilen! O müstehcensizlik, camia entelijansiyasının ilgisini çekince Kaplanoğlu sineması, eli kalem tutan İslamcıların marifetiyle bir kavramsallaştırılmaya sokuldu ve adına hakikat sineması denilen ne idüğü belirsiz bir akımın doğmasına neden oldu. Son olarak da mottosu yerli ve milli olan ama dil itibari ile İngilizce, referans olarak da evrensele göz kırpan Buğday filmi geldi. Buğday’la deprem etkisi yaratan Kaplanoğlu son dönemin en kudretli sinemacısı kimliğine anında büründürülmüş oldu. Buğday o kadar çok beğenildi ki uluslararası festivallerin sonu kesilince ulusal sınırlar içinde de başarıdan başarıya koşturuldu. Bir yandan belediye belediye gezdirilen, diğer yandan da eli kalem tutanların muktedirliği ile Buğday; Hollywood sinemasının tekdüzeliğinden yaka silken Anadolu irfanına hakikatin parmağından ab-ı hayat içiriyordu! Hatta hızını alamayan birtakım sinema eleştirmenleri Kaplaoğlu’na Türk sinemasının Tarkovsky’si gibi yenilip yutulmaz yakıştırmalarda bulunuyordu! Onca piara, onca finansal desteğe rağmen bir şeylerin eksikliği de duyulmaz değildi. Tarkovsky gibi büyük bir sinemacının filmlerinde iliklerimize kadar hissettiğimiz Rus Ortodoksluğu, Kaplanoğlu sinemasında Türk Sünniliği olarak önümüze çıkmıyordu mesela. Bir öz eksikliği, bir her yere sığdırılma içtensizliği vardı. İslamcıların bizdendir dediği Kaplanoğlu İslam yerine evrensel aklı, millilik yerine de dünya vatandaşlığını tercih ediyordu. İslam ise renkli bir dekor olarak ambiansı şenlendiriyordu.
Röportaj sırasına giren İslamcı dergi ve gazetelerin kahir ekseriyeti Kaplanoğlu’nu İslami kimliğe sokmak için çabalasa da yönetmenin tavrı hep aynı oluyordu. “Müslümanca bir film mi yapıyorsunuz?” türünden sorulara Kaplanoğlu’nun cevabı netti. Hayır! Evrensellikten yanaydı Kaplanoğlu, fakat bir taraftan da, yarının ne getireceği bilinmez temkinliğini elden bırakmayordu. Ne Musa’yı ne de İsa’yı küstürmeden, akıp, kokmayan, kendi içinde tutarlılığı olan cevaplar veriyordu. Bunca yapaylıktan sonra geriye, buradan sinemamız için dört başı mamur bir hakikat çıkar mı sorusu kalıyordu?
İşte tam da değinilmesi gereken fakat bir türlü değinilmeyen noktaya gelmiş oldum? Hakikat sinemacılığının yapaylığı ile Kaplanoğlu’nun tutarlılığına! Kaplanoğlu sineması üzerinden yaratılan hakikatin yapaylığını özellikle son dönem siyasi tarihin kronolojisiyle birlikte okuduğumuzda ister istemez şu soruyu sorma gereği hissediyor insan; metaını ikindiden sonra pazara sürenler, sabahımızda neredeydiler?
Ekmeğin Dayanılmaz Hafifliği
2002 yılında ciddi bir oranla seçimleri kazanan Ak Parti’nin tek başına iktidara gelişi ile Kaplanoğlu sinemasının törnistanı arasında paralellik kurmak bir dâhiyanelik gerektirmiyor. Fakat bu durumun birileri tarafından bile isteye sümenaltı edildiğini, buna hiç değinilmemesinin nedenlerini söylemek biraz cesaret gerektiriyor. Çünkü bugün Kaplanoğlu denildiğinde Yumurta’dan öncesine gitmeyen örgütlü bir konsensüs var. Dolayısıyla daha 2005 yılına kadar enest merkezli filmlerle altı çizilen adam ne oldu da birdenbire maneviyat penceremizin mistik ışığı olarak gösterilmeye başlandı sorusunu bir Müslüman olarak sormayı kötü niyet addedenlerin niyetinden şüphe ederim. Niyet okumak gibi bir hadsizliğin peşinde de değilim. Asal göstergelere bakarak kültürel perspektifin, siyasi konjonktürün değişimi ile nasıl yeniden şekillendiğine dikkat çekmek isterim.
2002 genel seçimlerinden beklenmedik bir başarıyla çıkan Ak Parti, kültürel iktidarı elinde tutanlar için gelip geçici bir kabus dönemi olarak algılanmıştı. Beyaz Türk’ün kaftanı, dönemin geçiciliğinden o kadar emindi ki bildiğini okumaktan geri durmuyordu. Onlar için hükümetler gelip geçici, kalıcı olan kendileri idi. Hele “bidon kafalılar”ın, “karnını kaşıyanlar”ın iktidarı, halkanın en zayıf tarafıydı. Zayıf olmasalar ne olacaktı ki; en fazla “sihirli çizmeli”lerin gelişlerini bekleyecek kadar sabretmeleri gerekecekti. Bir fiskelik ömürden başka neleri olabilirdi ki bunların? Fakat beklenmedik çıkışlara yepyeni sürprizler ekleniyordu. 2004 yerel seçimleri de bidon kafalıların tercihlerine göre şekillenmiş, kültürel iktidarın cirit attığı belediyeler saf Anadolu çocuğunun irfanına teslim edilmişti. 2007 seçimleri ise dananın kuyruğunun kopartıldığı bir yılı olacaktı.
Dönemin sosyolojisini doğru okuyan kurnazlık bu sürecin hayli uzun olacağını kestirmişti. Bıçak deriyi yarmış, kemiğe doğru ilerliyordu. Beyaz Türk ya rengini belli edip lokmasından vazgeçecekti ya da dönemin atmosferine ayak uydurup sofrasının şenliğe şenlik katacaktı. Değişim mutlaktı. Radikal gazetesinde yazanlar birdenbire Taraf’a transfer olacaktı. Taraf’tan Zaman’a, Zaman’dan Yeni Şafak’a geçeceklerdi. Gösterinin cezbine kendini kaptıranlar mistik yolculuklarını tuhaf bir sufizmle süsleyip, değişimin mutlaklığı gereğince yerine göre başlarını kapayıp, yerine göre açacaklardı. Ve hiçbir Allahın kulu da “yahu bu nedir?” demeyecekti. Zaman, İslami kimliğe bürünüp sansasyon yaratma zamanıydı. İşin püf noktası da İslami söylemlerle Anadolu çocuğunun dikkatini çekmekti. O dikkat fazlasıyla çekilmiş, bal tutan parmak fazlasıyla yalanmıştı.
Bu süreç içinde Kaplanoğlu filmografisi de deri değiştiriyordu. 2007’de Yumurta, ardından Süt ve Bal geldi. İçinde müstehcenlik olmadığı için İslami camia bu filmleri kendine yakın buluyor ve camianın sinema alanında derin yarığı Kaplanoğlu ile doldurulmaya çalışılıyordu. İslami jargonu bir çırpıda özümseyen yönetmene yönelik eleştiriler ise köşe yazarlarımızın hassaslığı ile anında bertaraf ediliyordu. Yerine göre mağdur rolüne sokulan yönetmen, yerine göre Tarkovsky, yerine göre hakikatçı, yerine göre Müslüman duyarlığın temsilcisi oluyordu. Buğday filmi de milli bilincimizin tecelligâhı olarak gösteriliyordu. Marka değerinin, gösterildiği şekle göre içerik kazanması gibi Kaplanoğlu da dervişane ede ile sinemanın maneviyatı hakkında demeçler veriyordu. Fakat sorulması gereken asıl soru ıskalanıyordu. Müslümanların adamdan sayılmadığı, başörtülülerin ancak kapıcı, temizlikçi olabileceği kanaatinin baskın olduğu zamanlarda bu maneviyatçı sinemacımız neredeydi? Hangi varoluşsal krizin senaryosuna kafa patlatıyor, hangi hakikati afişe etmenin ızdırabını çekiyordu? İkindiden sonra pazarımızda tezgâh açanların pahalıdan satılan malları, ihtiyaç duyduğumuz zamanın sabahında neredeydi? Ben önce bunları konuşulmasından yanayım, sinemada hakikati hiç bulsak da olur.