“Akıllı kadınları sevmek bir oğlancılık zevkidir.” diyordu Baudelaire. Bu hesapsız cümledeki hakikat, ince zevkleri ile çıfıt pazarına döndürülmüş elleri arasında fularını okşayan adamların yüzünü hatırlatıyordu bana. Sakalıyla bıyığına sevdalanmış, ayna önünde saplanıp kalmaktan öteye meşgalesi olmayanların o çürümüş debdebesini bir çırpıda yok eden bir şiddeti koyuyordu ortaya. Yumruk gibi yıkıcıydı. Sertliği, gerçekliğinde gizliydi.
Bir erkeğin, hele ki bir erkeğin, Türkçe kelimeleri İngiliz aksanına benzer bir yumuşaklıkla ezerek konuşması, taravesti benzeri bir edayla dudaklarını yuvarlayarak ileri sürmesi, harfleri yutarak kelimelerin ruhunu ovallemesi iğdiş edilmeye benzer bir sakatlığı gün yüzüne çıkartıyordu. Sanki bilmediğim, tanımlayamadığım ya da ismini koyamadığım bir hastalığın kara bulutu dolaşıyordu bu karakteristik sanat erbabının üstünde. Sen yine de sanatı tırnak içine aldım say!
Konuştukça dalga geçilecek malzemeleri üzerimize boca eden bu meşveret ehlinin benzer reflekslerle hayata tutunmasının ardında ne yattığını hep merak etmişimdir. Örneğin dağ köyünden gelişinin onuncu yıl dönümünü kutlayan bir adamın, “sanat ha sanat” diye geberesi bir böğürtüye kapılmasının altındaki saiklerin sadece psikoloji biliminin hududunda kalmasına gönlüm razı olmuyordu. Tam burada neşter, makas ve iğne gibi kesip biçici aletlerin de hesaba katılacağı tıbbi bir müdahalenin gerekliliğine inanıyordum. Bir adam hangi görünürlük hevesiyle fallik bir nesneye çevirmek ister kendini? Kaba sakalının altına iliştirdiği rengârenk fularla adam olunacağını, kıymetli işlere imza atılabileceği kim fısıldadı bunların kulaklarına? Yeri gediğinden susmak, geride kalmak, yitip gitmek niye zor geliyordu insanoğluna? Ağız gibi muteber bir organ nasıl oluyor da cinsel göndermelerle dolu bir bibloya dönüştürülebiliyordu? Bunun matematiği neydi?
Yeni yumurtlayan sabah mahmuru tavuklar gibi saatlerce bık bıklamak yormuyor muydu bunları? Ördekler de yumurtluyordu, ama sakindiler. Bilinçaltlarında bastırılan her ne ise tutup ayağa kaldırılması gerektiğine inandığım bu adamların şekil şemal madrabazlığı ile adamlıklarını pudralamalarının altındaki pamuk şekerini görmek istiyordum. O görüntüye ulaşmanın ışığını Baudelaire yakmıştı. Tam olarak bu cümle ile başlamıştım görmeye.
Elindeki kalın kitabı taşırken çorabın en cırt sarısını ayağına geçirmek miydi bizdeki entel olmanın formülü? Ya da ezelden beri hep böyle mi olmuştu bu işler? Kırmızı pantolon, bileğe ya da boyna dolanmış mor bir çaputla bu işler tamama mı eriyordu? Parmakları yüzükle doldurup, kaşa çentik atmak mıydı okur yazar olmanın göstergesi? Öyleyse, iyiydi! Fakat böyle olacağına inanan bir güruhun ülkenin fikriyat lokomotifinde bulunduğu hissine kapılmasıydı asıl kıyamet. Bir çırpıda, soluksuz, hiç sektirmeden beş – on ecnebinin ismini saymakla, oldum olmak arasındaki mesafe hiç kapanmıyordu. Pürüzsüz bir anlatım becerisi ile Foucaultvari poz verenlerin bu her şeye maydanoz malumatfuruşluğunu seviyordum. Kaşlarını cımbızlayıp göğsünü tıraş eden, ayva tüylerine epilasyon ayarı çeken, taşradan gelen kara yağızlığını hafif fondötenle ak pak eden adamların adamlığı konusunda alaycı hikâyeler kurguluyordum. Mesela bu oval dudaklıların yumruk sıkarken, diş bileyip ayak diretirken girebilecekleri muhayyel hallerini bir kalıba sokmaya çalışıyordum. Olmuyordu! Ne zaman onları kavgalı bir sahneye koysam, ayakları boyunlarındaki mor çaputa dolanıyordu. Yüzükleri göz kamaştırıyordu. Olamıyordu! Fondaki tınıyla karakterin sesi arasına yalancı bir tat sokuluyor, ışıkla hareket ayarında iğreti bir çapak oluşuyordu.
Elbet benim de eğlenmek için birtakım bahanelerim olmalıydı. Bu kadar ilginçlik karşısında kayıtsız kalacak değildim. Eğlence dünyam için malzeme ararken bu şiirin, tarihin, sanatın, bilim ve ilerlemenin öncülerinin önüme açtığı bitmek bilmez komiklik hazinesine kavuşmuş olmanın tadını çıkarıyordum. Heidegger’den bir aforizma patlatıp, dil varlığın evidir diyerek büyük adam pozları verenlerin zavallılıklarını ifşa edecek, çalı çırpıyla yazılmış, kara mizah türünden edebi bir eser yazılsın istiyordum. Olmadı filmi çekilsin, tiyatrosu oynansın, kumpanyası yapılsın da bu görüntü budalaların bilinçaltında yatan bastırılmış cinsel eziklik gün yüzüne çıksın istiyordum. Bıraktığı sakala elli takla attırarak şekilden şekile giren, uzattığı bıyığını çekiştire çekiştire parmağını nasırlaştıran, ellisinden sonra saçını uzatarak atkuyruğu yapan adamın kafasının gerisindeki görülme şehveti kendiliğinden ifşa olsun istiyordum! Eşini arayan hüthüt kuşu gibi sabah akşam ibibiğini yağlayanların sanata olan düşkünlüklerine zerre kadar inanabilseydim keşke.
Sıradan insanların sıraya girerek de dünyanın gelmişine geçmişine saydırdıklarını çok görmüştüm. Beş metrekarelik bir merdiven altında elli yılını hiç yüksünmeden, kimseye görünmeden, aşkla, inatla, özveriyle yok edenlerin ne emekler sarf ettiğine ve bu emeklerin ne derece kıymetli sonuçlar doğurduğuna şahit olmuştum da bu hüthüt kuşlarının kıymete değer tek bir işe yaradıklarını görememiştim. O merdiven altında huzurla hayatını sürdüren adamın taşıdığı pırıltının zerresi ulaşmamıştı bunlara. Huzursuz saksağanlar gibi gelişine ötüşlerle geçiriyorlardı günlerini. Tek hesapları kendileriydi! Varsa yoksa egolarının şişirilmesiydi! Alkıştı, goygoydu, eyyamdı. Ben’in ben’e dönüşünün imgesel tuhaflığı bedenlerinin dışına ıslak bir dil gibi sarkıyordu. Güya çektikleri ızdırap, sanat olup çığlığa dönüşmüştü, dünya başlarına çökmüş, insandan, hayvandan, tanrıdan bağımsız bir zihinsel işleyişle yapıtlarını dikmeye çalışıyorlardı. Derdin, tasanın tillahına çıkmış da oradan bakıyorlardı bu gamsız dünyanın sürülerine! Bunlardaki ben’in ben’e dönüşü içteki benle, benden içeru olan benle ilgili bir şey değildi. Aynı kitlenin yine aynı kurulukla kendine dönüşüydü bu kısırlık. Oysa ben, ellisine gelmiş bir adamın artık kendi kozasını örüp etrafın gürültüsünden uzaklaşmasını, kendi tınısına kulak kesilmesini, kendi ıssızlığında şarkısına devam etmesini insan soyunun zorunlu bir işleyişi olarak düşünürken, bu torun tombalak sevecek çağa ermiş adamlar kırçıl saçlarını omuzlarına kadar uzatıp turuncu renkli lastiklerle enselerine kurdele takıyordu. Herkes sakız çiğniyor, bunlar balandırıyordu!
Hele bir de bunların mutasavvıf görünümlü çarıklı erkânı vardı ki evlere şenlikti. Sabah akşam, aşk ha aşk, dost ha dost, sır ha sır diye diye oradan oraya attırarak nefislerini paralıyorlardı. Evet, bildik anlamda para’lıyorlardı. Yüz elli kiloluk cüsseleri ve irfanlarından önde giden göbekleriyle, kesintisiz bir sululukla ilahi aşktan bahsediyorlardı. Hiç erimiyorlar, hiç kaybolmuyorlardı. Dev bir ekranın pornografik sunumu gibi yüksek kalite görüntüler akıtıyorlardı şu zavallı dünyamızın içine.
Durmadan muhayyel bir dilbere göndermeler yapıyor ve kutlu nefeslerinden aşk adına kurusıkı geğirtiler çıkarıyorlardı. Bu muhayyel dilberi de ilahi aşk yalanıyla efsunlayıp örtmeye yelteniyorlardı. Mütemadiyen adı aşk olan karşılığı ise belli olmayan bir iğrençlikten dem vuruyorlardı. Başları önlerine eğik, yüzü toprağa dönük Melami, Cerrahi, Bektaşi, Mevlevi şeyhleri gibi kısık gözlerle etrafına irfan dağıtır havasına giriyor, aslındaysa selfie manyaklığıyla başı gövdesinden ayrılmış deli danalar gibi “yar bana da bir platform medet” heyheyiyle belediye bütçelerine imgesel sinyaller gönderiyorlardı. Ağızlarını açtıklarında sır diye bir şey dökülüyordu önlerine. Sır..! Ne olduğunu bir türlü kestiremediğimiz sır. Neye tekabül ettiğini bir türlü öğrenemediğimiz hikmet. Hangi anlamda kullanıldığını anlayamadığımız hakikat…
İfşa olmadık yanları kalmamıştı da hâlâ sır’dan bahsediyorlardı. Kemik çerçeveli pembe gözlüklerle Fusüs okumaları yapıyor ve hâlâ sır diyorlardı. Sır… nasıl bir şeydi ise bu sır, hep göz önüne koyuyorlardı; saklamıyor, kuyuya atmıyor, kovuklara sıkıştıramıyorlardı. Ne kuyuları, ne de gizli bir kovukları vardı. Ara ki sır bulasın! Hiçbir somutluğa erişemeyen bir milyon safsata ile mistik bir soluk katarak süslüyorlardı cümlelerini. Bulunduğu yerden rahatsızmış gibi görünüyorlar fakat oldukları yeri de terk etmiyorlardı. Hep önde, hep başta, hep ekrandaydılar. Vav harfine dolanmış sarmaşık güzelliği gibi gerdan kırıyorlardı görüntünün peygamberlerine.
Tüm bu görüntüleri, tam anlamıyla görüntüleri, bu her şeyin yancısı madrabaz rolleri yan yana koyunca ortaya cinselliğin doyurulmamış azgınlığı çıkıyordu. Aşk dedikleri de, sır dedikleri de, boyunlarına, kollarına doladıkları mor çaputları da cinsi latifin beğenisini cezbetmek için kurulmuş birer tezgâhtan ibaretti aslında. Mahrem diye kenarda köşede saklanan ne varsa, bunların eline geçince gümüş kordonlarla süslü bir tenasül uzvuna dönüşüyordu. Hallerindeki işvebazlığın acemiliği at bacağındaki kelebek kadar narindi. O naylondan narinliği; içlerine sinen koyu, pis, sırıtkan eksikliği gidermek için okşayıp duruyorlardı. Mor çaputlar, rengârenk takım taklavatlar, tasavvufa bandırılmış lügatler bunun içindi. Sırdı, hikmetti, hakikatti hepsi bu martavalın suyoluna kurban ediliyor, akıllı erkeklerden göremeyecekleri teveccühü akıllı kadınlarda bulmak istiyorlardı.
Sanatın sıradan olana karşı aldığı tavırla bir istikamet belirliyor ve bu muhalif dili korkaklıklarına yorgan yapıyorlardı. Oltalarını da felsefi, sanatsal, dinsel, kültürel bir manipülasyonla boyayıp denize atıyorlardı. Kim geldi pencerelerinde bastırılmış cinselliğin silueti asılıydı da sözle, cümleyle, efsun ve gösteriyle tüllendiriyorlardı bu açlığın açığını. Hem fıkıh diyorlar hem de sanatın gevşekliğinde namahremi ile saatlerce baş başa verip entelektüel azmışlığın zirvesine çıkmak istiyorlardı. Hemcinslerinin alaycı yaklaşımına kurban giderim korkusuyla akıllı kadınlara yöneliyor ve varoluşsal krizlerini bu kadınların zekâ düzeyi üzerinden boşaltıyorlardı. Bütün o morlu, allı pullu çaputların, fularların, sırların anlamı, entelektüel mastürbasyonun hazzına karşılık geliyordu.
Gizledikleri, görmezden geldikleri, kendinden kendine dönen sakat bir ereksiyon halinden başkası değildi. Daha açığı bu zelil durum, bir tür oğlancılıktı. Sözün şehvetine kapılmak ya da zekâyla çiftleşmenin hazzıydı. Pasifize edilmiş, yönelimi hadımlaştırılmış, kendinden çıkıp yine kendine dönen bir kastrato iktidarına oturtulmanın dört başı mamur fotoğrafı böylelikle belirginleşiyordu. Bense hâlâ, “günahları ne ki tövbeleri ne olsun” havasında küçümser bir dudak bükmesiyle karşılıyorum bunları. Yaptığım doğru mudur bilemiyorum? Fakat elimde değil; bunları tam ciddiye alacağım sırada bir gülme tutuyor beni. Hafazanallah.