Adana’da Kan Hastalıkları Federasyonu tarafından güzel bir organizasyon düzenleniyor. Başta Kızılay olmak üzere birçok kurumun da içinde bulunduğu bu organizasyon vesilesiyle Talesemi denilen hastalığa yönelik toplumsal bir farkındalık oluşturmak ve kan bağışının yaygınlaşmasını sağlamak amaçlanıyor. Bu meyanda uluslararası çapta bir kısa film festivali de düzenleniyor.
Bu yıl ikincisi düzenlenen Uluslararası Kan Film Festivali’nden haberdar olur olmaz, birkaç genç arkadaşla birlikte birinci yılda ödül alan filmlere bakarak, biz daha iyisini yaparız umuduyla kolları sıvayıp kısa zamanda eli yüzü düzgün bir film ortaya çıkardık. İlk kez bir filmin senaryosunu yazıyorduk. Ve amatör oyuncularla kısa da olsa bir filmi kotarmaya çalışıyorduk. Elimizde yarı profesyonel bir kamere ve her tarafı oynayan, dokunsan ezilip büzülecek en ucuzundan bir tripottan başka hiçbir teçhizatımız yoktu. Para desen, hak getire. Ama iyi bir film çıkaracağımıza inanıyor ve heyecanlanıyorduk. Birkaç gönüllü arkadaşımız, ricamızı geri çevirmeyerek bizlere çalışma alanı sağlayan kurum amirleri ve bir de sapasağlam gayretimizi yedeğimize alarak çalışmaya başladık. Acil kan ihtiyacı haberleri karşısında sosyal medyanın doğru kullanımına yönelik bir film hazırladık. Sonuç olarak aksiyonel, ritmi yüksek, beş dakikalık bir film çıkmıştı ortaya. Herkes gibi bizimde tek derdimiz, yaptığımız filmin bir ödülle taltif edilmesiydi. Bunca imkânsızlığa rağmen iyi bir iş çıkardığımızı göz ardı edecek değildik. Bu işten anlayanların kahir ekseriyetinden de geçer not alınca vira bismillah, varıp festivalin kapısına dayandık.
Nihayet sonuçlar açıklanmıştı. 5-6-7 Mayıs tarihleri arasında yapılacak festivalin finalistleri arasına girdiğimiz konusunda haber gelince “tamam” demiştik. Yüz akıyla bu işin üstesinden gelmenin ilk aşamasını geçmiştik. Sıra birinciliğe oynamaktı. Boru değil, sonuçta onca eser arasından filmimiz finalist olarak seçiliyor ve ekip olarak festivale davet ediliyorduk. Diğer arkadaşların işleri çıkınca, yönetmen olarak ben katılmak zorunda kaldım festivale. Alıp heybeyi yola revan oldum. Menzil Adana’ydı.
Öncelikle şurasını hakkaniyetle söylemem gerekiyor ki; ilk gözüme çarpan, Adana Kan Hastalıkları Federasyonunun o müthiş organizasyonuydu. Şehir içinden ve şehir dışından gelen konukların memnuniyetini önceleyen bir nezaketle hareket ediliyor ve yerli-yabancı herkese bu nezaketin gerektirdiği konukseverlik sunuluyordu. Havaalanında karşılamaktan otele yerleştirmeye, Adana’yı gezdirmeden ihtiyaçların karşılanmasına kadar her konuda gösterilen bu canhıraş çabaya ve kusursuz organizasyona teşekkür etmeden geçmek en amiyane tabirle nankörlük olur.
Fakat maalesef ki organizasyondaki bu intizam jürinin taraflı kararıyla gölgelenmiş, koca festival büyük bir şaibeyle perdeyi kapatmıştı.
Peki, ne olmuştu da Adana Uluslararası Kan Film Festivalinin sonuçları, verilen onca emeği üç beş şaibeye kurban vermişti. Müsaadenizle açıklayayım:
Başta jüri komisyonun organizasyon şeması hatalıydı. İki yönetmen – Armağan Pekkaya, Serkan Özyumuşak –(ki Özyumuşak geçen yılın festivalinde birincilik ödülü almış) ve bir oyuncunun – Orçun Koray Kaygusuz– komisyonda olmalarını anlarız da, film dünyasından uzaktan yakından alakaları olmayan kurum yetkililerinin jüride olmasını kime nasıl anlatabiliriz? Veya bu garip olayı; ey bu işi bilen yönetmen ve oyuncu arkadaşlar! Siz, yüksek beğeniniz ile gerekli seçimleri yapın bizi de kurum yetkilileri olarak bu kumpanyanın ikna edilmiş parçaları olarak bir yere ekleyin diye mi kabul etmeliyiz? Komisyonun acaibul garaipliğine biraz daha dikkat çekmek amacı ile bir örnek daha vererek sözü yetkililerden gelecek cevaba bırakmak isterim. Ey sayın yetkili! Siz hiç bozulan aracını marangoza götüren birini gördünüz mü? Ben de görmedim. Fakat içinde “film” geçen bir festivale alakasız kurum yetkililerinin jüri olarak seçildiğini gördüm. Artık gözüm istesem de açık gitmez! O derece şaşkınım yani!
Diğer meselelere gelince; gösterim sırasında izlediğimiz ve kendi filmimize rakip olarak gördüğümüz tüm filmlerin saf dışı bırakılması da bir garipti. Az buçuk görsel kalitesi, küçücük estetik beğenisi, ucundan sinema dili, azıcık gözü olanın onaylayacağı, konu ve anlatım bütünlüğü bakımından tutarlı filmler elenmiş onların yerine hiç kimsenin umamayacağı filmlere ödül verilmişti. Elbette bu işlerde görecelik denilen bir taraf olduğunu inkâr edecek değilim. Birinin beğenisi diğeri için sıfır mesabesinde olabilir pekala. Eyvallah, kabulümüzdür! Fakat kör göze parmak soktuktan sonra karşı taraftan gelen tepkiyi de “görecelik” şurubuyla geçiştirmek sizce de biraz ayıp değil mi?
Gelelim mevzuun en civcivli yerine! Yani ödül veren el ile ödülü alan elin aynı kişilerden ibaret olduğuna! Mesela festival boyunca bizi tebessüm ettiren, evet tebessüm ettiren, şakacı sunucu ile başlayabiliriz işe! Espritüel kişiliğiyle, sahnedeki performansı yanyana getirilince sıkı bir “oyuncu” olduğu her halinden belli olan bu komik beyefendinin dikkatlerden kaçacağını sanacak değiliz. Evet bildiniz; Ergün Özfırıncı’dan bahsediyorum. Peki kimdir bu Ergün Özfırıncı? Durup biraz bakalım; festival süresince zurnanın son deliği mesabesinde bir sunucu görüntüsü ile arzı endam eden Ergün bey, işini gayet iyi yapan, Vali beyi dahi güldürecek düzeyde espriler patlatabilen biri olarak görülüyordu festivalde! Meğer komikliklerinden ibaret değilmiş Ergün beyin mahareti. Ödül programı sonrasında yaşadığımız dumur, bizi birtakım araştırmalara sevk edince işin rengi daha bir belirginleşmiş oldu. Sonradan öğrendik ki; Ergün Özfırıncı öyle zurnanın son deliği falan değil meğer zurnanın ta kendisiymiş.
Peki, süreç içerisinde bu Ergün Özfırıncı’nın olayı neydi? Derinlere inip etrafı kolaçan edince değişik bir fotoğraf çıktı önümüze. Şu tesadüfe bakın ki Ergün beyle ilgili yaptığımız araştırmalarımız bizi geçen yılın birincilik ödülünü alan Serkan Özyumuşak’a götürüyordu. Serkan Özyumuşak ise geçen yıl ödül verilen Cahit adlı kısa filmin yönetmeniydi. Bu filmin yapımcı kısmında ise ne ilginçtir ki Ergün Özfırıncı ismi öne çıkıyordu.
Serkan Özyumuşak ödülle yetinmemiş olsa gerek ki, geçen yıl aldığı ödülün yüzü suyu hürmetine bu yılın da jüri konseyine katılma derecesine yükseltmek istemiş kendini. Ne tuhaf değil mi? Keşke tuhaflık bu kadarıyla bitse. Bu kadar dumuru üst üste yiyince ardını bırakmadık tabi. Ödül alanlar ile jüri arasında bir “ilişkiler enteresanlığı” var mı diye küçük bir internet gezintisi yaptık ve bu yılın ikincilik ödülünü alan Cevher Hikmet Güzey adlı yönetmenin Ergün Özfırıncı’nın tiyatrodan “kankası” olduğu sonucuna ulaştık.
Anlaşılan o ki Adana Uluslararası Kan Film Festivali birileri tarafından tatlı bir ilişkinin markajına alınmıştı. Ve bu tatlı markajın sahipleri, her yıl verilecek ödülleri bir şekilde kendi aralarında paylaşıyorlardı. Ortaya çıkan sonuçlara bakılırsa sistem çok basit işliyordu; X kişisi jüri oluyor ve arkadaşı Y kişisine haber uçurarak karşılığında ödül alacağı bir film yapılması önerisinde bulunuyordu. Böylelikle de alan el ile veren el arasındaki dostluğa bir çentik daha atılarak samimiyet pekiştiriliyordu.
Tüm bunların yanına bir de şunu eklemek gerekiyor ki; ikincilik ödülü alan Cevher Hikmet Güzey adlı kişiyi, hikmeti kendinden menkul olsa gerek, festival boyunca sonradan jüri olduklarını öğrendiğim Armağan Pekkaya ve Orçun Koray Kaygusuz ile sıkı bir temas halinde görüyordum. Öyle ki; sigara içmek için balkona her çıktığımda bu üçlünün dostane yakınlıkları dikkatimden kaçmıyordu. Hatta bir keresinde bu muhteşem üçlünün yanlarına sokulmuş “festivale yönetmen olarak mı katıldınız” diye sorma gereği duymuştum. Jüri olduklarını sonradan öğrendiğim iki muhteşem kişi, yanlarındaki tek kişilik muhteşem Cevher beyi göstererek “biz değil arkadaş yönetmen” dediler. Son günün akşamında da ‘işaret ettikleri‘ adama ikincilik ödülünü verdiklerinde taşlar hepten yerine oturmuş oldu.
Şimdi bunca tuhaf ilişkiler yumağına bakınca, ister istemez diğer ödül alanların da şaibeli olduğu şüphesi doğuyor içimize. Ne denilebilir ki; herşey ortada. Madem işin içinde dünya kadar şaibe var, o zaman bu şaibenin temizlenmesi de festival yetkililerinin boyunlarının borcu olsun.
Gel gelelim bize! Peki, tüm bu “tiyatro” sürerken biz neyin nesi oluyorduk? İçinde uluslararası ibaresi taşıyan koca bir festivalin hangi mekanizmasına monte edilmek için onca yolu teptirilip Adana’ya çağrılıyorduk. Sanırım biz, bu tatlı ilişkiler markajının medya yüzü olarak öne sürülüyorduk. Yani seyirlik birer çerez tadında birilerinin ağzında çıtırdıyorduk. Bizim gibilere kısaca “tanıtım borşürü” diyordu medya sektörünün kalantorları. Pazarlamacılık sektörünün sıradan bir konu mankeni olarak arka planda bekletiliyor ve son kertede emeği öğütülmüş birer hayal kırıklığı olarak evlerimize yollanıyorduk. Kendilerince kurulan tezgâhın başında duranlar için biz, sıradan katılımcılar, amatör film yapımcılarından ötesi değildik. Onların, yıllara hasredilerek tombullaştırılan kurnazlığı yanında bizim esamemiz, değirmenden yeni çıkmış köylü muamelesi görüyordu. Eğer yaklaşım buysa, oturup bu duruma rıza gösterecek değilim. Onun için kasketimdeki unu silkeleyip yapılan haksızlığın hesabını sormanın peşine düşmek istedim. Bu anlamda gördüklerimi, araştırıp bulduklarımı kendimce yazarak hakkaniyetli olmak adına vazifemi yerine getirmiş olduğuma inanıyorum. Bundan sonrası yetkili mercilerindir. “Uluslararası” markasıyla nam salan Adana Kan Film Festivali yetkilileri daha nitelikli işler çıkarmak istiyorlarsa üzerlerine yapışan bu şaibeyi acilen temizlemelilerdir.