İranlı bir yönetmen olarak Asghar Farhadi’yi Bir Ayrılık filmi ile tanıdı dünya. Hatta bu film ile Farhadi, Oscarlık olmanın yanında Times dergisinin belirlediği dünyanın 100 etkili ismi arasına girme fırsatını da yakalamış oldu. Dileğimiz odur ki; bu yüz etkili isim arasında dünya durdukça ismi dursun. Fakat unutmayalım ki; Farhadi’yi Farhadi yapan ne Bir Ayrılık ne de aldığı prestijli ödüllerdir. O her şeyden önce Güzel Şehir (Şahri Ziba) ile gerçek sinemaseverlerin gönlünde yerini almıştır.
Bu yılki Oscar gecesinde adından bir kez daha bahsetmeyi başardı Asghar Farhadi. Orijinal ismi Forushande, Türkçe Satıcı, İngilizce ise The Salesman olarak okunan filmi ile Batı entelijansiyasının merakını üzerine çekmiş oldu. Sanat dediğinde zaten biraz bu değil midir? Başkalarının dikkatini çekmek! Bu dikkate değer yanlarıyla Farhadi’ye hakkını teslim etmekten uzak kalacak değiliz. Küçük, basit hikâyelerden olağanüstü detaylar çıkarma becerisi ile işini oldukça iyi yapan yönetmenler arasında yerini çoktan aldı bile. Daha çok İran’ın sosyo politik yapısına değinen, kadrajına küçük burjuva hayatları alarak nötr bir açıyla seyirciye yorum alanı bırakan yönetmenin en bildik numarası ise gizem. Bu gizem ile basit bir hikâyenin iki saat boyunca pür dikkat izlenmesini sağlayabiliyor. Ve bütün filmlerinde, seyirciye soru sorma imkânı veren bu gizemi dinamik bir unsur olarak fevkalade güzel kullanıyor.
Farhadi, bugüne kadar İran’ın politik yapısını doğrudan eleştiren bir topa girmedi hiç. Söylemini daha çok çalıyı dolanarak ortaya koymaya çalıştı. Bu tavrını, İran’daki siyasi erkin sansürcülüğüne bağlamak bir nebze mümkünmüş gibi görünse de asılında biraz da yönetmenin tercihlerine bakarak yorumlamak gerekiyor. Doğrudan eleştirmektense soru sormayı önceleyen, meselelere dışarıdan bir gözlemcinin bakış açısıyla yaklaşmayı tercih eden, ele aldığı ahlaki çelişkiyi göze sokmadan orta yere bırakan bir anlatıcı olmayı seçti Farhadi. O gizli eleştirel yeteneği ile de ne Musa’yı kızdıracak ne de İsa’yı gücendirecek bir pozisyonda olmak istemedi anlaşılan.
Farhadi, hep düz bir anlatımı tercih etti. Dolayısıyla filmleri görsel anlamda olağanüstü bir nitelik taşımaz. İnce, uzun sekanslarla seyirciyi daraltan, imge kuracağım diye kastıran “sanatsallığın” bıktırıcı pespayeliğine soyunmadı. Fakat hikâye kurmayı iyi becerdi. Basit hikâyelerden dört dörtlük filmler çıkardı. Eleştirel yaklaşımını dolambaçlı bir anlatım üzerine inşa ederken, politik söylemini de bu dört başı mamur kurgunun içinde eritmeyi denedi. Böylelikle hem Batının oryantal hevesini gıdıkladı hem de doğunun drmatik hüznüne bir çentik atmış oldu.
Filmografisini insan davranışlarının ahlakiliği üzerine temellendiren Asghar Farhadi, kamerasını olayları olduğu gibi gören bir duyarlığa ayarlıyor. Vurup öldürmediği gibi gibi sakatlamayı da denemiyor! Dolayısıyla filmleri izlenip bittiğinde, geriye “sen olsan ne yapardın” sorusundan başkası kalmıyor. İlk filmlerinde İran’ın geleneksel yapısı üzerinden çatışmalar üreten yönetmen son dönem filmlerinde daha çok İran’da yaşayan modern Batılı tiplerin hayatlarını mercek altına alıyor. Elly Hakkında, Bir Ayrılık, Geçmiş ve son olarak Satıcı İran’ın siyasal yapısı ile arası açılmış, yarı Batılılaşmış küçük burjuva hayatları kadrajına konuk ediyor. Bu şekilde devam ederse Batı entelijansiyasının dikkatini daha da çekmeye devam edeceğe benziyor.
Peki Farhadi ne yapıyor da Batının bu denli övgüsünü kazanabiliyor? Nasıl oluyor da bütün işlevini, ideolojik aygıtlar olmaktan öteye geçiremeyen kurumlardan bolca ödüller koparabiliyor? Sanırım, tüm batı dışı coğrafyanın sanatçıları gibi Farhadi de Oscar gibi prestijli kurumların ideolojik olarak hangi saikler üzerine inşa edildiğini gayet iyi okuyabiliyorlar. Bu bilgi onlara ne tür numaralarla ödüller alınacağının da yolunu göstermiş oluyor.
Oscar’da nasıl ödül alınacağı bugün herkes gayet iyi biliyor; Batılı hayat tarzının haricinde kalan tüm sosyal siyasi yapılanmaların hilafına iş yapacak, önünde, sonunda veya ortasında muhakkak surette kendi ülkene bir şekilde gol atacaksın! Ülkene ait değerlerin çağdışılığını, modernlikten uzaklığını, geri kalmışlığını, cahilliğini vurguladın mı işler tıkırına koydun demektir! Mesela kadın hakları üzerinden Batılı değerleri yüceltecek ve geleneksel olanın canına okumayacaksan boşuna yorma kendini! Emeğini eline verirler. Bugün bu düsturu bilen her prestij meraklısı heveskâr, kendi bildik yöntemleri ile ödül kapmanın peşinde. Domuzdan kıl koparmak için ömür tüketenlerin domuzun tabiatından uzak olduğu söylenemez.
Bu yıl Oscar’da yakaladığı başarı ile göz dolduran Satıcı’ya kısaca göz atalım isterseniz. Mesleği öğretmenlik olan ve kalan zamanlarında karısıyla beraber tiyatro oyunculuğu yapan orta sınıf bir adamın, daha doğrusu bir ailenin hikâyesi ele alınıyor. Filmin başlarında seyirciye yaklaştırılan Emad adlı karakterde insancıl bir izlenim yakalıyoruz. Başkasının hayatı için kendi hayatını tehlikeye atan, diğergam ve anlayışlı biri olduğu başarılı bir şekilde perdeye yansıtılmış. Yaşam tarzı ile İran ortalamasının üstünde olduğu her halinden belli olan, tiyatro oyunculuğu yapan, Batılı eserler okuyan, sinemayla ilgili ve İngilizce bilen bir orta sınıf aydını portresi çizilmiş.
Film, yıkılmak üzere olan bir binanın tahliyesi ile başlıyor. Farhadi daha ilk sahnesinde, kazı çalışması nedeniyle yavaş yavaş çökmekte olan eski bir yapının duvarlarındaki çatlaklara ve kırılan camlara dikkatimiz çekiyor. Çökmekte olan o eski yapı, klişe bir göndermeyle İran’ın mevcut siyasi yapısına işaret ediyor. (Belki de yönetmenin, İran’ın periferiden kurtarılıp sosyal ve siyasi olarak merkeze doğru tahliye edilmesi gerektiği yönünde ince bir teklif sunuyordur.) Bu yıkım vesilesi ile evlerinden çıkmak zorunda olan çift, tiyatrodaki bir arkadaşlarının aracılığıyla başka bir eve taşınıyorlar. Taşındıkların evin tek sorunu; eski kiracının, çok fazla erkeğin girip çıkması nedeniyle, mahalleli nezdinde kötü bir şöhrete sahip olması. Bir yandan yeni eve taşınma telaşı sürerken bir yandan da Arthur Miller’ın Satıcı Ölümü adlı oyunu için provalar yapılmaya devam ediliyor. Bir akşam eve geç dönen Emad, karısını banyoda yaralı bir şekilde buluyor. Ve hikâyenin tüm gerilimi de bu olay üzerinden ilerliyor. Kimdi? Neydi? Nasıl oldu derken sona doğru olayın seyri bambaşka bir yere evriliyor.
Tam olarak olay aydınlatılmasa da Emad’ın tiyatrocu karısının yaşlı bir adam tarafından tacize ve şiddete uğradığı anlaşılıyor. Bundan sonrası Emad’ın intikam peşinde koşmasıyla devam ediyor. İntikam peşinde olan Emad’ın karşında olayın kendi seyrinde kapatılmasını ve merhameti önceleyen karısı beliriyor. Adalet ve intikam duyguları merkeze çekilirken kenardan kenardan sosyal, siyasal içerikli göndermelerle Oscar jürisini memnun edecek mesajlar işleniyor. Olay içerisinde işlenen derinlikli psikolojik tahliller, davranış analizleri ve kötülüğün doğası üzerine çıkarımlar filmi orijinal kılmaya fazlasıyla yetiyorken yönetmen bununla sınırlı kalmak istemiyor. Alt metinde işlene politik göndermelerle Oscar’a yönelik göz kırpmalarda bulunuyor. Ki zaten ödülü verenler de filmin orijinal taraflarına değil bu politik göz kırpışlarına tav oldular.
Kısacası film seyirciye, tacize uğramış bir kadını merkeze alarak, suç ve adalet karşıtlığı üzerinden iki kutuplu bir davranış kalıbının sırrını çözdürmeyi hedefliyor. Örneğin taksi sahnesinde, yanında oturan kadın tarafından tacizci imasıyla karşılaşan Emad her şeye rağmen imada bulunan kadına affedici bir yerden yaklaşabiliyor. Taciz imasında bulunan kadının betimlenmesine bakarsak bu, geleneksel kıyafetleriyle bir İran’lıyı işaret ediyor. Öte yandan Emad’ın karısına saldıran kişinin de geleneksel bir tip olduğunu görüyoruz. Azılı bir suçlu tipi yok adamda. Hatta yaptığı fenalığın pişmanlığı beden dilinden net bir şekilde okuyabiliyoruz adamın. Sıradan bir İranlı olarak ailesinin işleriyle uğraşan, karısı ve kızı tarafından sevilen yaşlı ve hatta dindar biri olduğunu anlıyoruz. Tacizcinin özellikle yaşlı ve geleneksel bir tip arasından seçilmesi kötü ile iyi arasında mutlak bir ayrım olamayacağının gösterilmesi açısından vurucu olduğunu belirtmek gerekiyor. Fakat diğer yandan bağışlayıcılığın her iki olayda da batılı tiplemelerden gelmesi manidardır. Emad taciz imasıyla haksız yere suçlanmasına rağmen suçlayıcı kadını anlayışla karşılayıp bağışlayıcı olabiliyor. Emad’ın karısı Rana da yaşadığı travmaya rağmen tacizcisini affedebiliyor. Biri sırf bacağı bacağına değdi diye yanındaki kişiye tacizci imasında bulunurken diğeri maruz kaldığı şiddet ve tecavüzü intikam duygusuna kapılmadan unutmak istiyor.
Suç ve suçlunun çıkarıldığı sosyolojik katman doğrudan İran’ın ortalama sosyal yapısına işaret ediyor. Affedicilik, bağışlayıcılık, adalet ve merhamet kavramları ise Batılı normlarla hayatını şekillendirenlerin uhdesinde varlıklarını devam ettiriyor. Bu gösterenler üzerinden gidince Farhadi’nin kendi ülkesine şık bir gol attığını görüyoruz. Bu gol karşısında Oscar’ın kayıtsız kalmasını ummak fazlasıyla safdillik değil de nedir?