Sanallaşmanın uç beyliğinde yaşıyoruz artık. Gidişattan memnunun olsak da topyekûn sureta haktan görünen koca bir vehimden ibaretiz. El sıkışıp halleşmenin, kucaklaşıp konuşmanın gerçekliğiyle mutmain olanlar aramızdan ayrılalı çok oldu. Konuşmadığımızdandır belki de sohbet etmenin köküne kibrit suyunun ekilmesi. Elimizdeki aygıtların verimliliğiyle bağımlı hayaletler gibi dolaşıyoruz ortalıkta. Ömrümüzün kalan kısmını farklı bir evrede, farklı bir tür olarak sürdürmede karar kılmış olmamız ret edecek bütün imkânların elimizden alındığına işaret ediyor.
Evraksız, vatansız, kimlik ve kişilikten yoksun, ikna edilmiş bir dünya vatandaşı sıfatıyla hizaya sokulduğumuzu inkâr edecek gerekçeler kalmadı elimizde. Duygusal tepkilerimizin hangi zeminde alıcı bulduğuna bakarak yaşadığımız çağın halitasını kolayca çıkarabiliriz artık. Acımızı, keder ve sevincimizi sanalın sunduğu imkân boyutunda gösteren ve bu “gösterme” işinden de son derece memnun olan otomatlara dönüştürüldük hepimiz. Dokunan, tıklayan ve tüm hayatı tuşlardan ibaret sanan nesillerin boy atacağı tarlaları sulamaktan müteessir olacağa benzemiyoruz.
Kelimenin her iki anlamıyla yalın bir gösteri çağında yaşıyoruz. Hızlı üretmenin, hızlı ulaşmanın, hızlı yaşayıp hızlı ölmenin sunduğu her türlü “nimeti” olumlamaktan dizimizde derman, zihnimizde ferasetten eser kalmadı. Belki farkında değiliz ama “hasret kalmak”, “göresmek”, “özlemek” gibi deyimlerin yedi yabancısı olmuş durumdayız. Her şeyi görüyor, duyuyor ve biliyor olmanın bahtiyarlığıyla sarhoşuz.
Neremize basınca neremizin hareket edeceğini, hangi duygu durumumuza göre nasıl tepki vereceğimizi keşfetmeyen kalmadı çok şükür. Ölümüzü, dirimizi sağır sultanlara dahi duyurmanın enteresanlığıyla birbirimizi kutluyoruz. ‘Layk’lıyor, paylaşıyor, alkışlıyoruz. Bilişim vadilerinde patlatılan enformasyon bombalarının zihnimize isabet eden parçacıklarıyla kendimizden geçiyoruz.
Her konudan bir parmak bal almanın ve her konunun zırcahili olmanın keyfini çıkarıyoruz. Astronomiden, sanattan, tarihten, dinden, bilimden hemen her şeyden az biraz da olsa anlıyoruz. Bir yerin devi olmaktansa her yerin cücesi olmayı yeğliyoruz. Bütün reflekslerimiz, beğenilerimiz, nefretlerimiz, ideolojik bakış açımız, siyasi pozisyonumuz, temayüllerimiz, zevklerimiz, dini hassasiyetlerimiz beli merkezlerin kontrolünde ticari bir analiz konusu olarak didikleniyor.
Biz, sanal karakter hizasında cehaletimizi kutsarken dünyayı avucunda tutan finansal şirketler, faş ettiğimiz temayüllerimize bakarak yeni grafikler çıkarıyor durmadan. O grafiklere bakarak yeni pazarlar, yeni alışveriş merkezleri, yeni tüketim çılgınlıkları üretiliyor. Bütün bu gayretler hem her şey hem de hiçbir şey olarak tedavülde kalmamız için veriliyor. “Hiçbir şeyliğimiz”i sıradan bir veri analizine dönüşmüş olmamız nedeniyle yüceltiyorlar. “Her şeyliğimiz”i kendi benliğimizle sınırlandırıp nefsani taleplerimize indirgiyorlar. İsmimiz, rengimiz, cinsimiz ise dev şirketlerin pazarlama raporlarında bir anlam taşıyor sadece. Mutlu bir müşteri portföyü olarak tüketime dahil olmaktan başka bir seçenek sunulmuyor kimsenin önüne.
Her şey bizim taleplerimize göre dengeleniyor. Arzularımızın sınırsızlığı ile şekillenen döngünün vahşiliği “arz talep ilişkisi” tanımlamasıyla normalleştiriliyor. Durmadan üretiliyor; biz biraz daha yaşayalım, biraz daha mutlu olalım diye üretiliyor. Ve durmadan tüketelim diye, yeni tuşlara basmamız için nefsimize cezbedici vesveseler üfleniyor. Her tuşa basışımızda biraz daha iyi hissediyoruz kendimizi, biraz daha mutlu, biraz daha verimli, biraz daha kanser! Bütün uğraşlar, biz yarı canlıların kendimizi biraz daha “feeling good” modunda tutabilmemiz için veriliyor.
Olur da bu nazenin ruhumuz, sanal alemin birbirini tekrar eden şatafatından sıkılırsa, hemen b planına geçiliyor. Biz sıkılmayalım diye yapılıyor tüm bu planlar! Yeni yaşam alanları, soluklanma mekânları, gerçekliği dibine kadar hissetme imkânları ile biyolojik varlığımızı devam ettirmenin yolları aranıyor sürekli. Suyumuzdan çıkarız diye biz acemi balıklara, ölmemesi için yeni göletler, ışıklı akvaryumlar gösteriliyor anında.
Tam da bu yüzden alışveriş merkezlerine artık yaşam merkezleri deniliyor. O merkezlerin dışındaysak otomatikman ölülerden sayıyor sistem bizi. Kapitalist sistem ‘yaşıyorsan ispat et’ dercesine tüketim kültürünü dayatıyor her birimize. Duygularını tüket, vaktini tüket, kendini tüket. Tıklayarak tüket, yetmezse satın alarak tüket. Hunharca tüket, sınırsızca tüket, gerekli gereksiz tüket, bolca tüket.. Tüket ki yaşadığın anlaşılsın!
Hâsılı, bir akvaryumdan öbürüne atlamanın, bir çılgınlıktan diğerine geçmiş olmanın ayartıcılığıyla yaşadığımızı bir diğerine hissettirmiş oluyoruz. Henüz ölmediğimizi, keyfince etrafta dolaştığımızı ispatlarcasına görüntüler paylaşıyor yetmezse yeni yaşam merkezlerinde satın aldıklarımızla varlığımızı onaylıyoruz. Cehaletimiz mutluluğumuz ise görünmek ve satın almak da varlığımıza işarettir artık.